Tarih boyunca yeryüzü coğrafyasının her bölgesinde en az bir medeniyet inşa edilmiştir.
Kimi medeniyetler yüzlerce yıl, kimileri de daha kısa bir süre devam etse de medeniyet kökleri olmayan hiçbir bölge söz konusu değildir. Uzak Doğu, Asya, Afrika, Orta Doğu, Avrupa, Latin Amerika ve ABD gibi.
Ancak “medeniyetlerin beşiği” olarak tanımlanan sadece Mezopotamya coğrafyası olmuştur. Çünkü bu coğrafyada bir medeniyet değil, birçok medeniyet kurulmuştur.
Bunlar arasında Sümerler, Akadlar, Babilliler, Medler, Asurlular, Aramiler gibi çok köklü medeniyetler olduğu gibi, farklı din ve etnik unsurların da oluşturduğu çok sayıda medeniyetler olmuştur.
Çünkü Mezopotamya, tarih boyunca farklı kavimlerin bir arada yaşadığı bir coğrafya olmuştur.
En önemlisi de dünya kültür medeniyetinin kökleri ilk defa burada kurulmuş ve buradan yer yüzüne yayılmıştır.
Hz. Adem, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim’in hikayeleri bu coğrafyada yaşanmış, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık bu coğrafyada hayat bulmuştur.
Dünyanın en verimli arazilerine, yerüstü ve yeraltı kaynaklarına sahip bu coğrafyanın Sümerler tarafından bataklıklar kurutularak tarım arazilerine dönüştürülmüştür.
Bu durum bana Nuh Tufanı’nda bölgenin sular altında kalmasını hatırlatıyor.
Bu bağlamda Nuh neslinin bu coğrafyayı imar ettiği anlaşılmaktadır.
‘İki ırmak arası’ anlamına gelen Mezopotamya, Fırat ve Dicle nehirleri ile sulanır. Güneyde Basra Körfezi, kuzeyde Güneydoğu Toros Dağları, doğuda Zagros Dağları, batıda Suriye Çölü ve Arabistan Çölü ile çevrilidir Mezopotamya.
Araştırmacılara göre Mezopotamya, “Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölgeye verilen isimdir. Verimli ve sulak topraklara sahip olması, iklim koşullarının elverişli olması, göç yolları üzerinde bulunması Mezopotamya bölgesinin birçok medeniyete ev sahipliği yapmasını sağlamıştır.”
İlk çivi yazısı burada icat edilmiş ve ilk yazılı kanunlar bu bölgede uygulanmaya başlamıştır. Oluşturdukları geniş ticaret ağı ile Mezopotamya kültürünü farklı bölgelere yaymışlardır. Anadolu’ya da ilk yazıyı getiren Asurlar’dır.
Bu iletişim ağıyla Mezopotamya medeniyeti, başta Anadolu ve Mısır medeniyetleri olmak üzere birçok medeniyeti etkilemiştir. Bunun doğal sonucu olarak da farklı kültürlerin de Mezopotamya’ya taşınmasına neden olmuştur.
Hammurabi Kanunlarının milattan önce 1754’te yazıldığı dikkate alındığında ilk olarak yazılı yasaların bu coğrafyada yürürlüğe girdiği görülmektedir. Daha sonra farklı bölgelerde de uygulanmaya başlamıştır.
Yasalar kadar önemli olan bir yönü de bu yasaların halk tarafından anlaşılabilmesi için Akad dilinde 2,25 metre yüksekliğindeki taşa kazınarak yazılmış olmasıdır.
282 maddeden oluşan bu kanunlar sadece ceza yasalarından ibaret değildir. “Evlenme, boşanma, evlat edinme, kontratlar ve miras” gibi konuları da içermekteydi.
Bugün yazılı hukuktan ve Batı medeniyetinden söz ediliyorsa bunun ilk örneği Hammurabi yasaları ve merkezi de Mezopotamya’dır.
Yine dikkat çeken bir husus da M.Ö. yaklaşık 2000’li yıllarda bu yasaları yazacak kanun adamlarının ve bu yasaları okuyacak ve anlayacak bir halkın olmasıdır.
Bu durumda Sümerler, Hurriler, Medler, Asurlular bilinmeden bugünkü Avrupa medeniyeti de dahil yeryüzünün hiçbir medeniyeti doğru anlaşılamaz.
Yeryüzünün ilk bilimsel çalışmaları yine bu coğrafyada ve Harran’dan başlamıştır. Dünyanın ilk kütüphanesi Ninova’da kurulmuştur. Harran, Midyat ve Antakya Süryani Akademileri bu bölgede kurulmuştur.
Müslümanların hakimiyetinde, özellikle Abbasi döneminde Bağdat’ta kurulan ‘Beytü’l-Hikme’ (Hikmet Evi) ve tercüme faaliyetleriyle bölge 10’uncu yüzyıla kadar İlim ve hikmet merkezi olmaya devam etmiştir.
Geometri, matematik ve astronominin temelleri buralarda atılmıştır. Batılılar buradan alıp geliştirdiler ve bugünkü seviyeye yükseldiler.
Batı yükselirken bizler de medeniyet köklerimizden koptuk, ilmi, irfanı, hikmeti, özgür düşünceyi, araştırmayı, keşfi terk ettik ve cehalet bataklığında debeleniyoruz.
Dini, milli, tarihi geleneklerimizde bu medeniyetten izlere rastlamak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Tarihi izleri taşıyan Bağdat, Şam, Halep, Diyarbakır, Cizre, Hasankeyf gibi merkezler yakılıp yok edilmektedir.
Daha ne zamana kadar başımızı kuma gömüp, gerçeklere kör ve sağır kalmaya devam edeceğiz?
Bu coğrafyayı kimler, nasıl ve hangi sistemlerle yönetiyor?
Yerel zorbalar yönetiminde işgalci küresel güçlere ve yağmacılara nasıl peşkeş çekildiğini göremeyecek kadar kör müyüz?
Payımıza diktatörlükler, istibdat, cehalet, sefalet, yoksulluk, yoksunluk, işgal, savaş, terör, göz yaşı ve kandan başka ne düşüyor?
Yeryüzü medeniyetlerinin beşiği ve ilmi kaynağı, yerüstü ve yeraltı kaynaklarıyla dünyanın en verimi toprakları, hak dinlerin merkezi, peygamberler ocağı Mezopotamya’nın kaderine kimler hükmediyor?
Ne yazık ki bugün için bu asil ve köklü coğrafyada bir medeniyet varlığından söz etmek gerçekçi değildir.
Çünkü çağımızda bilimden, hikmetten, teknolojiden, hürriyet, çoğulculuk, demokrasi ve hukuktan yoksun bir medeniyet düşünülemez.
Ecdat ve din hamaseti ile geçmişle övünüp oyalanmak yerine “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” buyruğunun gereği olarak medeni dünyayı ve evrensel değerleri tanımak, bilmek, insanlığın ortak değerlerinde ve muasır medeniyette buluşmak zorundayız.
Aksi halde dini-milli ve ecdat hamaseti ile cehalet karanlığında kalmaya devam edeceğiz.
Esefle belirtmeliyim ki karanlığı tercih ettiğimiz çok açıktır.
Bizlere, coğrafyamıza ve Mezopotamya halklarına ‘medeniyet’ adına geriye kalan sanırım Akif’in ‘medeniyet’ tanımıdır:
‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Serhat News’in editöryal politikasını yansıtmayabilir.