Albert Einstein milliyetçiliği “modern çağın bir çocukluk hastalığı, insan ırkının kızamığı” olarak tanımlar. Modern kavramlar olarak milliyetçilik, ulusçuluk, nasyonalizm birbirine yakın anlamlarda kullanılır. Aslında üç kavram da Batı kökenli olup coğrafyamıza ve kültürümüze yabancıdır.
Milliyetçilik, dil, tarih veya kültür bağlamında bir toplumun ilerlemesini ve insanlığın gelişmesini sağlayan bir görüş olarak kabul edilmiş; tarihin akışı içinde fikri, siyasi ve ideolojik olarak hayatımızda yer almıştır.
Modern anlamda milliyetçilik, 1789-1799 Fransız Devrimi ile şekillenmiştir. Daha sonra Napolyon istilasına uğrayan Almanya ve Rus işgalindeki Polonya’da güçlü bir direniş hareketine dönüşür. Artık güçlü bir ideoloji ve siyasal hareket olarak Orta Avrupa’ya yayılır.
Milliyetçi akım güçlendikçe etnik kimliklerin siyasallaşması ve toplumsallaşması da hızlanır.
Osmanlı İmparatorluğuna karşı Yunanistan, Avusturya İmparatorluğuna karşı Macarlar ayaklanmaya başlar. 1800-1870 yılları arasında Rusya dâhil bütün Avrupa’ya yayılır. Böylece 19. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da, 20. yüzyılda ise tüm dünyayı kuşatan ve etnik unsurları harekete geçiren bir siyasi düşünce olarak belirginleşir.
Din yerine Milliyetçilik
Doğum yeri olan Batı dünyasında milliyetçilik/ulusçuluk, dinin (religion) yerine insan (human) tarafından sekülerleşmek/dünyevileşmek/dinden ayrışmak maksadıyla ikame edilmiştir. Batıda dogma din ruhbanlığına ve feodal aristokratizmine karşı verilen mücadele sonrası devletin ve toplumunun merkezine inşa edilmiştir.
Bunun sonucudur ki, özellikle 20. yüzyılın başlarında iki dünya savaşı yaşanmış, yüzlerce yerleşim yeri ve tarihi şehirler yerle bir edilmiş ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olunmuştur. Bütün bu yaşananlar Lord Acton’ın “Milliyetçiliğin gayesi ne hürriyettir, ne refah. Milliyetçiliğin tuttuğu yol, maddi ve manevi çöküntülerle son bulacaktır” tespitini haklı çıkarmıştır.
İlk Dönem İslam Dünyasında Kabilecilik
Milliyetçilik kavramı Müslüman dünyasında da tartışmalıdır. İnsanların ırk, kavim, kabile, nesep bakımından üstünlük iddiaları tarihseldir. Ancak Müslüman coğrafyanın anlam dünyasında “ulusçuluk/milliyetçilik” kavramının tarihsel köklerini ve toplumsal mutabakatını bulmak oldukça zordur. Coğrafyamızda son iki yüz yıl dışında, tarihimizde hiçbir topluluk, devlet ya da insan kendisini ‘milli’ bir kimlik ile ifade etmemiştir.
Ancak Muaviye ile başlayan Emevi yönetimlerinin Arap kavimlerini önemsedikleri ve Arap olmayanlara ikinci sınıf muamele yapmaları yakın dönem âlimleri tarafından “milliyetçilik” olarak değerlendirilmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi: “Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.” ifadesi ile Emevilerin ayırımcılığını milliyetçilik olarak tanımlamıştır. Kuşkusuz Emevilerin yönetim anlayışı Müslümanlar arasında ayrışmaya ve husumete yol açmıştır. Üstad’ın “fikr-i milliyet” ile kast etiği cahiliye taassubu olan kabilecilik anlayışıdır.
Kanaatime göre Emevi iktidarını ırkçılık veya modern kavram olan Milliyetçilik ile tanımlamak doğru değildir. Bu durumda Arapları, özellikle Mekkelileri katletmemeleri gerekirdi. Oysa en büyük zulmü Araplara, özellikle de Mekke ve Medine halkına karşı icra ettiler.
Emevilerin iktidar olmak, hükmetmek hırsı yanında cahiliye dönemine geri dönerek kabile, nesep ve aile taassubunu canlandırdıklarını görüyoruz.
Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle başlayan nifak ve çatışmaların temelinde de siyasi nedenler ve Muaviye’nin iktidar hırsı dışında nesep ve kabile taassubunun rol oynadığı söylenebilir. Muaviye’nin Hz. Osman’ın katillerini talep etme hakkını kendisinde görmesi ve bunu gerekçe sayarak Hz. Ali’ye başkaldırması bu taassubun sonucudur. Bu nedenle Yezid’in, Hz. Hüseyin ve Ehli Beyti barbarca katletmesini Bedir Savaşı’nın intikamı olarak değerlendirenler olmuştur. Bu iddianın doğru veya yanlışlığını tarihe havale ederek, Yezid’in uygulamalarının bu tezi doğruladığı ve cahiliye taassubuna dayandığı açıktır.
Ayrıca Emevi geleneği kendilerinden sonra da, özellikle siyaset ve yönetim alanında devam etmiştir. Hatta Emevi iktidar anlayışı Müslümanlar için meşru bir yönetim/devlet modeline dönüşmüştür. Müslümanların meşru model olarak devraldıkları ve içselleştirdikleri devlet/siyasal düzen Muaviye ile başlayan ve Yezid ile kurumsallaşan modelden başkası değildir.
Bugün de Müslüman coğrafyasında din merkezli partilerin, siyasi cemaatlerin, örgütlerin, grupların farklı iddialarına rağmen devlet kurguları Yezid yönetimi’nin modern versiyonundan başka bir şey değildir. Ancak modern milliyetçiliğin iki yüz yıldır Müslüman coğrafyasını derinden etkilediği, gayr-i Müslim unsurlar kadar Müslüman unsurlar arasında da kabul gördüğü inkâr edilemez.
Menfi ve Müspet Milliyetçilik
İlk dönemlerde Müslüman aydınlar, ırkçılığa götüren ayırımcı bir siyasi akım olarak milliyetçiliğe karşı direniş gösterseler de, zamanla büyük çoğunluğu milliyetçiliği müspet – menfi diye ikiye ayırarak farklı yorumlar getirdiler. Böylece 19. yüzyıla ait ve yaygın bir kabul gören müspet milliyetçilik, “vatanını, milletini, ülkesini sevmek, siyasi ve ekonomik bağımsızlığı savunmak gibi üstün idealleri hedeflemek” olarak karşımıza çıktı. Ancak aynı anlayışın bir ideolojiye dönüşmesi bu kadar da masum olmadığını göstermiştir. Müspet anlamda bile milliyetçilik ele alındığında ve coğrafyamızda dini referanslarla desteklense de, farklı unsurlara karşı ayrıştırıcı, dışlayıcı, aşağılayıcı olması kaçınılmaz olmuştur.
Daha önemlisi ve vahim olanı, Batı’da belirleyici dini öğretileri toplumsal hayattan ve devlet yönetiminden ayrıştırmak için kazanılan “self-determinasyon” hakkı ve boy veren ulusçuluk/milliyetçilik ideolojisi kendisini tanımlarken dini referans almaz ve uygulamalarını din ile meşrulaştırmak gibi bir gayretkeşliğine girişmez. Ancak coğrafyamızda ister Arap milliyetçiliği, ister Fars ve Türk milliyetçiliği ve isterse yükselmekte olan Kürt milliyetçiliği kendisini ve meşruiyetini dini referanslarda bulma gayreti içerisinde olmuştur.
Müslümanların Milliyetçilikle İmtihanı
Ne yazık ki, modern milliyetçiliğin İslam coğrafyasına özellikle din ile harmanlanarak sunulması, gayr-i Müslim unsurlara yönelik düşmanlığı körüklediği gibi Müslüman unsurlar arasında da derin bir ayrışma ve bölünmelere neden olmuş ve kardeşlik hukukunu temelden sarsmıştır.
Müslüman coğrafyası sadece toplumları ve toprakları itibariyle değil, dini olarak da, küresel işgal yanında dinciliğin, mezhepçiliğin, milliyetçiliğin tehdidi ve kuşatması altındadır. Daha önemlisi, kendisini milliyetçi olarak tanımlamadığı halde siyasal olarak milli refleksleri harekete geçen geniş bir Müslüman/dindar/İslamcı kitle söz konusudur. Bu kesim, ait olduğu milleti, ırk-kavim-etnik temelde “üstün” görmese de Allah tarafından ‘seçilmiş’ ve ‘üstünlük’ verilmiş ‘necip’ bir millet olarak tanımlar.
Bu anlayış, Türk-İslam boyutuyla olduğu kadar, Fars-İslam, Arap-İslam boyutuyla da aynıdır.
Halkları ayrıştıran, Müslümanlar arasındaki kardeşliği temelden dinamitleyen, İslam düşüncesini bulandıran, hakkı batıl ile karıştıran bu Müslüman kimliğine gizlenmiş ‘milliyetçilik’ anlayışıdır. Egemen çoğunluğun ‘millilik’ dayatmasına karşılık, edilgen azınlığın ve farklı unsurların hak ve kimlik talepleri de milliyetçiliğe dönüşerek kendini göstermekte ve ayrılıkçı zihniyetleri güçlendirmektedir.
‘’Millilik’’
Müslümanlar arasında, İslam ile birleştirilerek tamamen dini referanslarla sunulmuş ve genel kabul görmüş gizli-sessiz-kalbi milliyetçiliğin tahribatı daha büyük olmuştur. Daha çok vatan-bayrak-devlet ve milli birlik-milli ruh-milli şuur-milli uyanış-milli çözüm-milli görüş-milli siyaset gibi İslam’a ‘millilik’ karakterini veren ve Müslümanların ‘Ümmet’ bilincini yumuşak bir geçişle millileştiren anlayışı milliyetçiliğin farklı bir versiyonu olarak tanımlamak mümkündür.
Bu durumu, en azından Müslümanlar için patolojik ve paradoksal(!) bir inanç ve ruh hali olarak değerlendirdiğimi ifade etmeliyim. Arap-İslam, Fars-İslam, Türk-İslam ve günümüzde inşa edilmeye çalışılan Kürt-İslam gibi sentezlerle yoğrulmuş “milliyetçilik” anlayışı, İslam kardeşliği hukukunu ortadan kaldırdığı için etnik milliyetçilikten çok daha tehlikeli olduğunu bilmemiz gerekir.
Hangi gerekçe ile ifade edilirse edilsin milliyetçilik, birlik, beraberlik ve kardeşlik iddiasını çürüten bir anlayıştır. Bunun en belirgin örneği; din, tarih ve coğrafya gibi ortak paydalarına rağmen, milliyetçiliğin Müslümanlar arasında neden olduğu ayrışma, parçalanma ve kavgalardır. Çünkü milliyetçiliğin hayat bulması ve yaygınlaşması için “biz ve öteki” ayrışmasına ihtiyacı vardır.
Osmanlı’da Milliyetçilik HareketleriFransız ihtilali ile dünyaya yön vermeye başlayan milliyetçilik, çok etnisiteli ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğunu kaçınılmaz olarak etkilemiştir. Ancak Osmanlı’nın çöküşünü tamamıyla Fransız ihtilali ile esen milliyetçilik rüzgârına bağlamak çok da gerçekçi değildir. Zira 18. yüzyıl sonlarına doğru İmparatorluk içerisinde gayr-i Müslim unsurlarda büyük bir hoşnutsuzluk başlamıştı.
Milliyetçiliğin Osmanlı üzerindeki etkisi daha çok “bağımsız devlet” talebiyle başlayan ayaklanmalarda ortaya çıkmıştır. Balkanlar, Anadolu ve Arap yarım adasındaki etnik ayrışmalar, Osmanlıdan ayrılma ve bağımsız devlet kurma isteğinin merkezinde artık milliyetçilik vardı.
Kürtler dışında Araplar, Ermeniler, Bulgarlar, Yunanlar, Arnavutlar başta olmak üzere birçok etnik unsur milliyetçilik akımlarıyla birlikte ayaklanarak koca Osmanlı devletinin sonunu getirdiler.
Osmanlı aydınlarının öncülüğünde başlayan Türk milliyetçiliği ve İslamcılık hareketlerinin de bu ayrışmayı hızlandırdığı ve Osmanlının dağılmasına katkı sunduğu göz ardı edilmemelidir. Ayrıca Avrupa ve neredeyse bütün dünya milliyetçi taleplerle çalkalanırken “Osmanlılık” üst kimliğini korumanın artık imkânı da kalmamıştı.
Nihayet Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türk milliyetçiliği kavgasında konjonktürün etkisiyle kazanan milliyetçilik oldu. Zamanla bu üç akımın bir diğerini etkilediği, iç içe girdiği, aynı hedeflere yöneldiği ve birbirine düşman görünmesine rağmen birbirinden beslenen ve birinin diğerinin düşmanlığına ihtiyaç duyarak var olduğu görülmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra her üç siyasi hareketin ortak noktası Türklük ve milliyetçilik olmuştur.
Osmanlı’nın dağılması, coğrafyanın parçalanması, halkların kimlik üzerinden bölünmesi bütün unsurlar için büyük bir kayıp ve trajediye neden olmuştur. Bu trajediye rağmen “milli-bağımsız” devlet olmasına izin verilen unsurlar tarih sahnesinde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Filistin halkı ve Kürtlere bu imkânın verilmemesi, egemen devletlerin pazarlık masasında daha güçlü olmasından kaynaklanmaktadır. Şüphesiz Araplar, Farslar, Türkler ve diğer unsurlar kadar Filistin ve Kürtlerin de milli bir devlet kurma hakları vardı.
Gelecek Bölüm: Türk ve Kürt Milliyetçiliği