Beni bir dağın yamacından kopardılar. On binlerce yıldır tutunduğum yamaçta, nice depremlerin sarsıntısına, Zap’ın köpüklü dalgalarına, vadinin uğultulu rüzgarlarına direnmişken, sakalları kırlaşmış bir taş ustasının ellerinde, bir keski ve bir çekicin darbeleriyle ayrıldım tutunduğum kayadan. Sonra bir katırın çektiği, tahta bir kızağın üstünde geçtim vadinin dolambaçlı yollarını.
Tiyar vadisinde taraçalar şeklinde dizilmiş üzüm bağlarını, incir ve nar ağaçlarını geçtim. Çukurca’da çeltik ve susam tarlalarını geçtim. Zap’ın kıyısında; kerpiçten yapılmış evlerin avlularında, şarap içilen düğün şenliklerinin halaylarını, şarkılarını dinleyerek geçtim. Rengarenk fistanlarıyla salınan kadınları, koyun yününden dokunmuş tırgallarıyla, bablekan oynayan delikanlıları izleyerek geçtim.
Bir dağın doruğunda, kayalara oyulmuş bir manastırın duvarına yerleştirdiler beni. Merhametine iman ettikleri bir inancın mabedini, merhametsizlikten korumak için, kalın bir duvarının bağrına yerleştirdiler beni.
Ve, rüzgarlar yalayıp geçti yüzümü, zaman akıp geçti önümden. Baskın haberleri, katliam haberleri çalındı kulağıma. Sınırlar, muktedirler değişti. Kıl çadırlarda ağırlanan, onlarca kuzunun kesildiği yemekler hazırlanan beylerin, ağaların isimleri, korkulu rivayetlerle anılır oldu.
Doru atların koşturulduğu, koyun sürülerinin yayıldığı zozanlar, kanlı karşılaşmaların arenasına dönüştü. Kılıçlar, hançerler bilendi, koyunlar, katırlar, tüfeklerle takas edilir oldu. Nikah ve vaftiz törenlerinin mekanı olan kiliseler, kadınların, çocukların korunacakları sığınaklara döndü.
Ben bir manastırın duvarında, yüzlerce yıldır olduğum yerde, aşıkların küs, ahbapların muarız, komşuların düşman olduğunu gördüm. Hançerle deşilenlerin, tüfekle vurulanların iniltilerini duydum. Dost eliyle ölenlerin şaşkınlığını, gözlerinde taşıyanlara şahit oldum. “Taş olsa çatlardı” derlerdi, taştım; bağrıma bastım. O duvarda; kederle tükenenleri, ağlayanları, acı çekenleri sessiz bir tevekkülle izledim.
Sonra; o taraçalardaki üzüm bağlarının, incir ve nar ağaçlarıyla dolu bahçelerin, çeltik ve susam ekili tarlaların sahipleri, katır sırtlarına yükledikleri denkleriyle çekip gittiler. Kuytu mağaralarda, tandır kuyularında çocuklarını bırakarak, binlerce yıllık yurtlarını terk ettiler. Ak sakallı ihtiyarların sessiz hıçkırıkları, solmuş fistanlarıyla kadınların ağıtları kaldı kulağımda. Bir dağ başında, cemaatsiz bir kilisenin, rahibesiz bir manastırın duvarında, öylece kalakaldım.
Bağlar, bahçeler viran olduktan, tarlalar kuruduktan sonra, karlar, yağmurlar yağıp, rüzgarlar uğuldadıktan sonra, yakılmış evlerin, yıkılmış ağılların üstünde otlar bittikten sonra geldi yeni sahipleri bu diyarların. Kır sakallı, elleri incelikli taş ustalarının yaptığı yapıları, eğri büğrü kazmalarla yıktılar ilkin. Oyulmuş kayalara ustalıkla yapılmış duvarları, kapı kemerlerine yerleştirilmiş taşları, taşlara işlenmiş incelikli haçları, tek balyoz darbesiyle yıktılar. Sonra beni özenle yerleştirildiğim duvardan alıp, bir ağılın eğri büğrü duvarına yerleştirdiler.
Yüzlerce yıldır olduğum duvarda yankılanan ilahilerin sesini, bağrımda yankılanan kış rüzgarlarını, yüzüme çarpan bahar yağmurlarını, tenimi kavuran yaz güneşini unuttum. Zap’ın vadisinden, bir katırın çektiği kızakla geçtiğim o yollar, gördüğüm o bağlar bahçeler, tarlalar, eski bir masal kadar yalan oldu.
Zap hala deli dolu akarken, kıyısında yapılmış taraçalar, kışın yağan karların, bahar yağmurlarının insafına terkedilmişken, tek bir taş oyulmadı dağın bağrından. Zaman; barbar bir yağmacı gibi geçip gitti Hakkari’nin üzerinden. Yıkılmış manastırların, kiliselerin taşlarıyla yapıldı çarpık duvarlı evler. Keçi kılından çadırlar, koyun yününden tırgalller dokunmaz oldu. Kilimlere, yün kuşaklara işlenmiş hikayeler unutuldu. Şarkılar; soluk, ahenksiz bir mırıltıya dönüştü.
Yüzlerce yıl önce, beni Zap vadisinde bir dağın yamacından koparıp, dağın doruğunda bir manastırın duvarına yerleştirmişlerdi. Şimdi bir ağılın çarpık duvarında, zamanın akışını izliyorum hala. Doru atların koştuğu zozanlarda yine kan kokusu var. Bin yıl önce aşkla çekilen halaylar yasak. Ve dağların kucağındaki bir coğrafyada, taşların anayurdunda, mezar taşı olmayan binlerce ölü çocuk var.
Ben taştım; dayandım…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Serhat Newsin editöryal politikasını yansıtmayabilir.