SU

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Haravil ve Mengene dağının dorukları aylarca toz boranla savrulup, metrelerce karın altında gökyüzüyle bir olduktan sonra, gecikmiş bir baharın ilk güneşiyle erimeye başlamıştı. Zap vadisine en yakın yerlerde, kardelenlerin arasından sızmaya başlayan sular; meşe ağaçlarının arasından, yeni yeni yeşermiş çimenliklerin diplerinden, nihayet Zap’ın kollarına ulaşıyordu. Kış boyu üzeri buzla kaplı nehir yatağı, birleştiği her dereyle, yamaçlardan koynuna süzülen sularla çağlayıp, taşların, koyakların arasından akmaya başlamıştı. Binlerce yılık alışkanlıkla, sınırsız, duraksız bir pervasızlıkla, köylerin, kasabaların arasından, önce başka bir nehrin kollarına bırakacak kendini, ardından bir denizin bağrına akacaktı.

Sara, gecenin en kuytu saatini bekledi, uyumadan. Köyde sesler kesilmişti epeydir. Avluya çıktığında parlak bir ay ışıldıyordu gökyüzünde. Sessizce, çıplak ayaklarıyla taşların üzerinden sekerek kilisenin kapısına kadar ilerledi. Büyük işlemeli kapıyı, içeri girebileceği kadar aralayıp, bir gölge gibi süzüldü yüksek tavanlı sahanlığa. Kapıyı tekrar kapattığında, bir an zifiri bir karanlıkta kaldı öylece. Pencerelerin kapalı pervazlarından içeri ay ışığı sızmıyordu. Bir süre öylece dikildi kapının önünde, sonra yavaş yavaş gözleri karanlığa alıştı, el yordamıyla ceviz ağacından yapılmış dolaba kadar ilerledi. Dolabın üzerindeki kandili yakınca, kilisenin içi mavimsi bir aydınlığa büründü. Ceviz dolabın sol tarafındaki kapağı usulca açtı, gündüzden içine bıraktığı bohçayı çıkarıp, dolabın kapağını tekrar sessizce kapattı. Bir eliyle bohçayı, diğer eliyle kandili kavrayıp vaftiz sunağının olduğu ön bölüme doğru tahta sıraların arasından yavaşça yürüdü.

Vaftiz sunağının üzerine koyduğu kandilin titrek ışığı, duvardaki ikonaların üzerinde dalgalanıyordu. Bohçasını açıp yere serdi, kandilin ışığında bohçanın içindeki giysileri tek tek çıkarıp yan yana dizdi. Bir müddet kımıldamadan izledi. Sonra üzerindeki geceliği çıkarıp katladı, bohçanın üzerine yerleştirdi onu da. Mavi içliğini, üzerine kırmızı fistanını giydi önce. Boncuk işlemeli önlüğünü bağlayıp, gümüş kemerini taktı üzerine. Başına, kenarları gümüş sikkelerle süslenmiş başlığını taktı, yün çoraplarını, üstüne ayakkabılarını giydi. Ayağa kalktığında, kandilin ışığında, duvara yansıyan gölgesine baktı, derin bir iç geçirdi. İsa Mesih’in ikonası önünde diz çöktü, istavroz çıkardı. Belli belirsiz bir dua mırıldandı: “Ey İsa Mesih’in annesi ve benim şefkatli annem. Sana geliyorum…”

Zap, güneşin sabırlı cömertliği ve yağmurun şiddetli bereketiyle beslendikçe, binlerce yıldır bellediği vadiden, söğüt ve kavak ağaçlarının gölgesinde, yıkılmış köyler, talan edilmiş mezralardan akmaya devam ediyordu. Binlerce yıldır kıyısında çeltik ve susam tarlaları ekenlerin, kan kırmızı narları, sapsarı üzümlü bağları yetiştirenlerin feryatları karışıyordu çağıldayan suyun sesine. Karlı dağların güvenli krallığına çekilip, yüzlerce yıldır aynı şarkıları söyleyen, aynı halayları oynayan, aynı destanları dinleyip ağlayan insanlar, bir fermanın buyruğuyla bir birine düşman olmuştu. Yakılan kiliselerin, öldürülen Melik’lerin, kaçırılan kadınların haberleri yayılıyordu vadide. Zap’ın yüzüne yakılmış köylerin isi, kadınlara uzanan ellerin kiri bulaşmıştı.

Sara, kiliseye girdiği gibi, sessizce çıktı. Uzaktan gelen köpek havlamaları dışında ses seda yoktu ortalıkta. Köyün aşağısına doğru, ceviz ağaçlarının arasından, Zap’ın kıyısına kadar yürüdü. İnsanın iliklerine işleyen bir soğuk vardı, geceden beri ilk defa üşüdü. Rüzgar, bir yerlere felaket haberleri yetiştirecekmiş gibi aceleyle esiyordu. Adad!!!, dedi hıçkırarak. Üç gün önce katledilen Adad. Sonbaharda evleneceği Adad. İlerde, nehrin kıyısındaki kayanın üzerine tırmandı, Zap; pervasız, kendi sesine hayran akıp duruyordu. Sara, bir çığlıkla bıraktı kendini suya. Adad çığlığı, Zap’ın uğultusunda yitip gitti. Güneş, Cilo dağlarının doruğunda kızarmaya başlamıştı. Zap’ın köpüklü sularında kırmızı bir kumaş dalgalandı, bir kayaya çarpar gibi oldu, vadinin alaca karanlığında kayboldu sonra.

Güneş o gün de yükseldi Cilo’ların doruklarında. Karlar biraz daha eridi, bir yerlerde yağan yağmurdan, boz bulanık akmaya başladı Zap birkaç gün. Birkaç köy daha yakıldı, katır sırtlarına yüklenmiş denkler, çıplak ayaklı çocuklar yollara dizildi. Zap vadisinden, yarısı yollarda ölerek, öldürülerek, suyu takip ettiler. Başka bir nehrin kollarına ulaşıncaya kadar, eksilerek yola devam ettiler. Arkalarında o viranelerin gölgesine sığınanlar, o duvarlardan çocuklarına mezar taşı bile dikemediler sonrasında.

Giderken, sadece katırlara yüklenmiş denkleri gördü herkes. Oysa binlerce yılda biriktirdiğimiz sesimiz, nefesimiz, rengimiz yüklenmişti o katırların sırtına. Elimizde bir yığın acı, hüzün ve utanç kaldı. Bir de bunlardan habersizce, çağıldayıp duran Zap.

Serhat News

Tepki Ver | mutlu1
1
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
SU
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir