Kobanê Davası kapsamında Eylül 2020’den beri hapiste tutulan eski HDP milletvekili Nazmi Gür’e göre hükümet yaz aylarında Irak ve Suriye’ye yönelik operasyon hazırlıklarını ilan ederek çözüm sürecini “başka bahara” bıraktı.
Sadece felaket tellalları Türkiye’yi yerel seçimlerden sonra çok daha derin bir yoksulluğun, çok daha kesif bir kutuplaşmanın, çok daha şedit bir militarist politikanın ve çok daha aleni bir faşizmin beklediğini düşünmüyor. İktidarın eğilimi de, sürecin “olağan akışı” da şu anki koşulların aranır hale geleceğini gösteriyor. AKP’nin İstanbul seçimini kazanmak için bile olsa Kürtlere mavi boncuk dağıtacağına, hatta bu vesileyle yeni bir çözüm sürecinin gelişebileceğine dair iyimserliğin tek taraflı olduğu anlaşılmış görünüyor. Peki bu karanlık yolun sonu neresi?
Hapishane söyleşileri serisine, Kobanê Davası kapsamında Eylül 2020’den beri hapiste tutulan eski HDP milletvekili, avukat Nazmi Gür’le devam ediyoruz…
Eylül 2020’den beri Kobanê Davası kapsamında tutuklusunuz. Bir avukat olarak baktığınızda Kobanê Davası’na dair yorumunuz ne olur?
Kamuoyunda “Kobanê Davası” olarak bilinen davanın bir kumpas davası olduğunu anlamak için hukukçu olmaya gerek yok. Hatırlanacağı gibi HDP MYK’sının attığı Twitter mesajı üzerine Ankara Cumhuriyet Savcılığı TCK 216. Maddesi kapsamında bir soruşturma açmıştı. Açılan soruşturma 6 yıl boyunca hareketsiz kaldı. Dosyada tam sekiz savcı değişti. Soruşturma nihayet Cumhuriyet Savcısı Ahmet Altun’a verilince işin rengi de değişti. Önce dosyada gizlilik kararı alındı. Daha sonra dosya rayından çıkarılarak, hukuka aykırı bir şekilde genişletildi. HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ için tutuklama kararı çıkarıldı. 25 Eylül 2020 tarihinde ise Kürt siyasetçilere dönük topyekûn bir operasyona dönüştürüldü ve bizler 2 Ekim 2020’de tutuklandık.
Hiçbir demokratik ülke yurttaşlarının hak ve özgürlüklerini pazarlık konusu yapmaz
Bundan sonra dava nasıl ilerledi?
Hazırlanan 3 bin 530 sayfalık kumpas iddianameyle dava süreci başlamış oldu. Hukuk adına kara bir sayfa oluşturan ve siyasi saiklerle açıldığını hükümetin de saklamadığı bu dava nihayet karar aşamasına geldi. Savunmalarımız ve AİHM’in iki kararına rağmen dava devam etti. Mahkeme AİHM kararlarına uymayı reddetti. Ankara Sincan Cezaevleri Kampüsü içindeki duruşma salonunda sürdürülen kumpas davası hukukun üstünlüğü, adil yargılanma, bağımsız ve tarafsız yargı ve adalet gibi demokratik bir devletin vazgeçilmez değerlerini ortadan kaldırarak sürdürüldü. Dosyaya “özel” bir heyet atandı. İlk heyetin başkanı Bahtiyar Çolak hakkında “Ata Dedeler” adlı bir çetenin lideri olduğu iddiasıyla HSK tarafından soruşturma yürütüldü. Daha sora istifa ettiği, gözaltına alındığı basına yansıdı. Ev hapsiyle serbest bırakıldı. Şu anda avukatlık yaptığı bilgisi basına yansıdı.
Kumpas davasına Bahtiyar Çolak’ın bıraktığı yerden devam edildi. Şimdi bu dava özelinde Türkiye’de yargının bağımsız ve tarafsız olduğunu, Türkiye mahkemelerinde adil bir yargılamanın yapıldığını kim iddia edebilir? Türkiye’nin uymayı reddettikleri AİHM kararları bunun aksini söylüyor. Bunun somut kanıtını AİHM’nin ihlal kararı verdiği yüzlerce dosyadan okuyabilirsiniz. AİHM’in Kavala ve Demirtaş kararlarının gereğini yerine getirmeyi reddeden Türkiye, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinde halihazırda süren “ihlal prosedürü” nedeniyle, Konsey’den atılmayla yüz yüze gelmiş durumda. AİHS’in 46. Maddesi Avrupa Konseyi üye tüm ülkeler yönünden bağlayıcıdır. Türkiye, tarafı olduğu uluslararası hukuka, Anayasanın emredici 90. Maddesi gereği de uymak zorunda. Ayrıca uluslararası taahhütleri nedeniyle de “ahde vefa ilkesi” gereği yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmelidir. Ancak Türkiye, genelde batı ile ilişkilerinde, özelde Avrupa Konseyi ile bir yol ayrımına gelmiş durumda. Hiçbir demokratik ülke kendi yurttaşlarının hak ve özgürlüklerini pazarlık konusu yapmaz. Dolayısıyla Türkiye, Kobanê Kumpas Davası gibi davalarla, uluslararası hukuka uyma/uymama konusunda yolun sonuna gelmiştir.
Büyük yazar Yaşar Kemal’in dediği gibi, “ya demokrasi ya da hiç!” Bu kumpas davasıyla Türkiye, “ya hukukun üstünlüğü ya da hiç” aşamasına gelmiştir.
Can Atalay kararı rejim krizinin boyutlarını ortaya koyan vahim bir olaydır
Kobanê Davası’nın siyasi hedeflerle açılmış bir dava olduğunu sizler de savunmalarınızda ifade ediyorsunuz. Sizce iktidar bu davadan nasıl bir sonuç, nasıl bir etki murad ediyor?
Türkiye hukukun üstünlüğünü unutalı epey bir zaman oldu. Hukuk ve adalet mumla aranır hale geldi. Anayasal düzen ve hukukun varlığından söz etmek oldukça zor. Adalet mekanizması adeta felç edilmiş, işleyemez duruma getirilmiş.
AYM’nin milletvekili Can Atalay hakkındaki karara yerel bir mahkemenin uymaması ve Yargıtay’ın da bunu onaması, AYM’nin kapısına kilit vurmaktır. Bu yüksek yargı makamları arasındaki basit bir yetki uyuşmazlığı değil, rejim krizinin boyutlarını ortaya koyan önemli ve vahim bir olaydır. Bu olay derin ve yıkıcı bir iktidar mücadelesinin de varlığını kanıtlamış durumda. Yargı erki bir bütün olarak, yapısal bir krizin ortasına itilmiş durumda. Bu nedenle sadece Kobanê Kumpas Davası üzerinden yapılacak bir yargı değerlendirmesi eksik kalır. Felç edilmiş yargı eliyle yürütülen bu tür davalarla iktidar demokratik muhalefeti, Kürt muhalefetini bertaraf etmek, etkisizleştirmek istiyor. Fakat iktidar toplumsal muhalefetin bu kadar direngen ve haklı olduğunu hesaba katmayı unutmuş durumda. Kürt siyasetçilerin ve demokratik muhalefet temsilcilerinin tutuklanması, HDP aleyhine açılan kapatma davası gibi antidemokratik uygulamaların amacı muhalefet güçlerini bastırmak ve yıldırmaktır. Başaramadılar, başaramayacaklar.
IŞİD’in Kobanê kuşatmasına karşı AKP hükümeti hariç tüm dünya ayaktaydı
Kobanê protestoları sırasında sizin HDP’deki göreviniz neydi? Bu olaylarla nasıl ilişkilendiriliyorsunuz?
Ben 2011 yılında bağımsız seçilen dört Van milletvekilinden biriydim. Seçime bağımsız olarak giren bizler, daha sonra HDP’ye geçerek TBMM’de grup oluşturduk. HDP’de MYK üyeliği ve Dış İlişkilerden Sorumlu Eş Başkan Yardımcılığı görevlerini üstlendim. Eylül 2014 tarihinde Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş’la birlikte önceden planlanmış bir program çerçevesinde ABD’nin Başkenti Washington DC’ye gittik. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’ndan gelen görüşme isteği üzerine Sayın Demirtaş programını yarıda keserek Türkiye’ye dönme kararı aldı. Ankara’ya döner dönmez Davutoğlu’yla yapılacak görüşmenin hazırlıklarına başladık.
Tahmin edeceğiniz gibi bu tarihi ve önemli görüşmenin ana gündem maddesini IŞİD’in Kobanê saldırısı oluşturuyordu. O günlerde kamuoyuna da yansıdığı gibi Davutoğlu ve Demirtaş arasındaki olumlu ve yapıcı bir görüşme gerçekleşmişti. IŞİD kuşatmasındaki Kobanê’deki halkın korunması, IŞİD ablukasının kırılması, Kobanê’ye Türkiye’den bir insani koridorun açılması umudu doğmuştu. Ancak verilen sözler ve taahhütler yerine getirilmedi. Kenti işgal etmeye başlayan IŞİD, kontrolü sağlamak üzereydi. Kobanê’nin düşme ihtimali artık an meselesiydi. Başta Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi gibi önemli uluslararası örgütler olmak üzere ABD, AB üyesi tüm ülkeler, BM üyesi çok sayıda ülke, önemli uluslararası insan hakları örgütleri ve şahsiyetler, aydınlar bu duruma seyirci kalmayarak IŞİD’in durdurulması ve Kobanê’nin kurtarılması için acil çağrılar yaptılar. Bu çağrılar sürekli tekrarlandı. Çünkü tüm bu kurum ve ülkeler ile Türkiye’nin demokratik kamuoyu IŞİD tehdidinin küresel boyuttaki tehlikesinin farkındaydı. Bu konuda duyarlılık en üst düzeydeydi. Fakat bir tek AKP hükümeti IŞİD saldırısına kulak tıkıyordu.
‘Davayla tek ilgimiz MYK tarafından atılan tweet’
14 Eylül 2014’ten itibaren dünyanın her yerinde ve Türkiye’de insanlar zaten sokaklardaydı. 6 Ekim 2014 tarihindeki Parti Meclisi ve MYK toplantısında HDP gündemindeki diğer konularla birlikte Kobanê’de beliren IŞİD tehdidini de tartıştık. Kobanê’nin düşmesinin öncelikle Türkiye için ciddi bir tehdit oluşturacağı aşikârdı. Bu durumu da değerlendirdik ve hükümeti uyarma konusunda güçlü bir eğilim oluştu. MYK toplantımız sürerken Ahmet Davutoğlu ve Selahattin Demirtaş arasında bir telefon görüşmesi gerçekleşti.
Bildiğiniz gibi MYK tarafından atılan bir adet Tweet, tutuklu yargılandığımız bu davanın ana konusu. Şunu da belirtmeliyim ki, AİHM Büyük Daire’nin Demirtaş kararı ile Figen Yüksekdağ ve Diğerleri davalarında bu Tweet’in suç teşkil etmediğine, tamamen ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna, bu bağlamda açılmış davaların siyasi olduğuna hükmederek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18. Maddesi’nin ihlal edildiği hükmüne vardı. Sonuç olarak yargılananlar içinde Kobanê Kumpas Davasıyla tek ilgimiz dönemin HDP MYK üyesi olmamız ve MYK tarafından atılan Tweet’ten ibarettir. Diğer MYK üyesi arkadaşlarım ve birlikte tutuklu olarak yargılandığım arkadaşlarım açısından da durum aynıdır. Birçok arkadaşım MYK üyeleri olmamalarına rağmen bu dosya kapsamında yargılanıyorlar.
İçeri düşeli dört Newroz oldu
Hapishane koşullarınız nasıl? Ne tür sorunlarla, sıkıntılarla karşılaşıyorsunuz? İçeride geçen günleri sayıyor musunuz? Ne zaman hapisten çıkamayacağını bilmemekle, bu belirsizlikle nasıl baş ediyorsunuz?
Günleri hiç saymadım. Ayları da. Yılları ya da mevsimleri saymak sanki daha kolay geliyor bana. İçeride dört kış geçirdik. Ya da dört Newroz oldu içeri düşeli… Doğum günümü sorma; çünkü ben de bilmiyorum. Kimlikte 15 Mart yazılıyor ama rahmetli annem, “Haziranda, biz yaylaya çıkarken doğdun” derdi.
Belirsiz ve öngörülemeyen zamanlardan geçtiğimiz doğru. Ancak bu durumu bizi yönetenler yarattı. Sadece biz mahpuslar için değil “dışarıdakiler” için de aynı belirsizlikler söz konusu. Biliyorsun, bizi yönetenlerin “sağı-solu” pek belli olmuyor. Ama belirsizliğe pek takılmıyorum. Demokrasi, özgürlükler ve büyük barış mücadelemizde hiçbir belirsizlik yok. Aksine kararlılık ve cesaretle ördüğümüz mücadelemiz, biz içeride olsak bile devam ediyor. O nedenle var olan belirsizliklerle baş etmesi gerekenler bizi yönetenler. Bizler haklıyız. Haklılığımız bize dayatılan tüm hukuksuzlukları aşmamızda önemli bir motivasyon sağlıyor.
Neler okuyor, takip ediyorsunuz?
Okumak cezaevindekiler için en önemli etkinlik olsa gerek. Biz de okuyoruz. Günlük gazetelerden üç tanesini (BirGün, Karar, Hürriyet) alıyoruz. Cezaevi kütüphanesinden düzenli kitap alabiliyoruz. Ayrıca dışardan gelen kitaplar var. Gelişigüzel ya da vakit doldurmak için okuma yapmaktan ziyade düzenli ve programlı bir okuma programı çıkardım. Felsefe, tarih, siyaset bilimi, dış politika, edebiyat kitapları çoğunlukla okuma listemi oluşturuyor. İlgi alanım nedeniyle bu aralar ağırlığı dış politikaya verdim. Mümkün olduğu kadar güncel kitapları da takip etmeye çalışıyorum.
Dünyada neredeyse tüm muhalifler içeride
İçeriden baktığınızda dışarısı nasıl görünüyor? Televizyon programları izlerken, tartışmaları dinlerken ne düşünüyorsunuz?
Kimse “içeride” olmak istemez. İçeride olmanın otoriter rejimlerle yakından bir ilgisi var. Dünyada neredeyse tüm muhalifler içeride. Otoriter rejimler ve sağın yükselişi birbirlerini besleyen bir döngüye dönüştü. Dünyada devam eden silahlı çatışmalar ve savaşların neredeyse tamamı otoriter-sağ rejimler ya da Orta Afrika’da olduğu gibi darbelerle iktidara gelen askeri cuntalar tarafından yürütülüyor. Muhaliflerin hapiste olması bu katı antidemokratik, otoriter rejimlerin iktidarda kalmasını sağlıyor. Türkiye’de de demokratik muhalefetin, sol/sosyalist ve Kürt muhalefetinin temsilcilerinin içeride olması, yönetenler açısından zorunlu bir “normale” dönüşmüş durumda. Hak, hukuk, adalet hak getire. Hukukun üstünlüğü mü dediniz? “Geçiniz efendim, beka meselesi!”
Kürt meselesinin çözümü başka bahara ertelenmiş durumda
Bazı kesimlerde Türkiye’deki ekonomik kriz ve bölgesel meseleler nedeniyle iktidarın Kürt meselesi konusunda çeşitli adımlar atmak zorunda kalacağına dair bir beklenti var. Siz bu beklentiyi ne kadar gerçekçi buluyorsunuz? Sizce iktidar böylesi bir rasyonaliteye meyledecek bir yapıda mı?
Kobanê Kumpas Davası’yla yargılanmaya çalışılan demokratik çözüm sürecidir. Çözüm sürecine Türkiye demokratik kamuoyu büyük bir destek vermişti. Barış artık çok yakındı. Çözüm sürecinin sağladığı görece demokratik ortam HDP’nin 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde yakaladığı tarihi başarıyı getirdi. Barıştan ve Kürt sorununun demokratik çözümünden ürkenler, ülkeyi bir belirsizliğe sürükleyerek, çözüm sürecini de derin dondurucuya kaldırdı. Hapiste bölgesel ve küresel gelişmeleri takip ediyoruz. Görebildiğim ve anladığım kadarıyla bölgesel ve küresel gelişmeler Kürt sorununun çözümünü zorunlu kılıyor. Sadece bölge ülkeleri açısından değil, küresel bağlamda da bu meselenin barışçıl yöntemlerle çözümü için bir çabanın olduğunu görebiliyorum. Özellikle Türkiye’nin bu çabalara karşı tavrı son derece sert ve çözümsüzlüğü dayatan bir çizgide. Hükümet içeride katı “güvenlikçi”, dışarıda da güç dengelerini zorlayan bir politikayı tercih etti. Böylece iktidar bloğu ülkeyi sorunlu ilişkiler yumağının içine atmış durumda. Hükümetin Kürt sorununun çözümünde nasıl adım atacağını öngörmek zor. Ancak mevcut açıklamalara bakılırsa, Kürt meselesinin çözümü başka bahara ertelenmiş durumda.
31 Mart yerel seçimlerinden sonra devam eden ekonomik krizi daha derin ve yakıcı hissetmeye başlayacağız. Bu haliyle 22 yıllık iktidarın bu krizin üstesinden gelmesi oldukça zor görünüyor. Mevcut iktidarın dört yıl daha devam edeceğini düşünürsek, toplumsal muhalefetin sesinin bu otoriter yapıya rağmen yükseleceğini ön görebiliriz. Başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin çözüm bekleyen devasa sorunlarının çözümü tek başına bu iktidar blokuna havale edilemez. Demokratik muhalefetin alternatif çözüm programlarıyla halkın karşısına çıkması gerekiyor. Kürt sorunun çözümünde pozitif adımların olabileceği beklentisi yaratılırken, diğer yandan hükümet yaz aylarında Suriye ve Irak’a dönük operasyon seçeneğini ilan etmiş, askeri, siyasi ve diplomatik hazırlıklarını kamuoyuna yansıtmış durumda. Böyle bir ortamda “nasıl bir çözüm” sorusu yanıt bekliyor. Şiddet, çatışma ve savaş tek çözüm olamaz. Kürt sorunun çözümünün ancak demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülebileceğine olan inancım, sorunuzun biricik yanıtıdır.
Kürtçe tıpkı onu konuşan halk gibi direngen
16 Şubat’ta İstanbul’da “Qral u Travis” ismiyle Kürtçeye çevrilen tiyatro oyunu, sahnelenmeye saatler kala yasaklandı. Pek çok dilbilimci ve siyasetçi yasaklamaların, asimilasyon politikalarının ve buna eklemlenen yeni iletişim teknolojilerinin Kürtçeyi ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya bıraktığını söylüyor. Siz Kürtçe açısından böyle bir tehdit görüyor musunuz? Sizce Kürt siyaseti Kürtçenin korunması ve geliştirilmesi konusunda ne yapabilir?
Kürtçe 45-50 milyon Kürdün anadilidir. Dünyada konuşulan ve yaşayan her dil gibi saygıyı ve yaşamayı hak ediyor. Yasaklamalar ve asimilasyon programlarıyla Kürtçeyi yok etmek, milyonlarca Kürde anadillerini unutturmak 21’inci yüzyılda mümkün değil. Dahası, yasakçı ve asimilasyoncu anlayışların aynı zamanda insanlığa karşı suç işlediklerinin de farkında olması gerekiyor. Günümüzde Kürtçe üzerindeki tehditler azalacağına maalesef artıyor. TBMM’de bile bu zihniyetin sahipleri anadil düşmanlıklarını sergilemekten çekinmediler. Kürtlerin, Lazların, Arapların TBMM’de anadilleriyle selamlama yapmaları bile engellendi. Türkçe olduğu söylenen Özbekçe selamlama yapmak isteyen milletvekilinin de mikrofonu kapatıldı. Daha önce Süryani arkadaşımızın mikrofonu aynı gerekçelerle kapatılmıştı. Sadece Kürtçe değil, Türkçe dışındaki tüm diller bu şoven dalgadan nasibini aldı. Bir halkın anadili olan Kürtçenin gelişmesinin önündeki engeller sadece yasaklarla sınırlı değil. Kurumsal ve akademik çalışmaların varlığından yoksun kalan Kürtçeyi yaşatmak zor, ama imkânsız değil. Çünkü Kürtçe tıpkı onu konuşan halk gibi direngen. Ama bir dilin sadece evde, sokakta konuşulmasının o dili yaşatmaya yetmeyeceği biliniyor. Kürt kültürünün temeli olan Kürtçenin eğitim, bilim, felsefe, edebiyat, yazılı ve görsel basın gibi alanlarda daha etkin kullanılması gerekiyor. Üniversitelerde, akademilerde, enstitülerde Kürtçenin bilimsel çalışmaların odağına yerleştirilmesi gerekiyor. Bu bilimsel çalışmaların yapılması ve sürdürülmesi tarihi bir görev olarak önümüzde duruyor. Öncelikle dil kurumlarımızın yeniden oluşturulması için kararlı bir çabanın içine girmemiz gerekiyor. Kürt yazar, aydın ve akademisyenlerinin eserlerini Kürtçe yazmaları, dilin yaşatılmasında en önemli adımdır. Ehmedê Xani’nin yolundan yürümek Kürtçe üzerindeki bütün tehditlerin aşılmasını sağlayacaktır. Günlük ve süreli yayınların Kürtçe basılması ve okunması Kürtçenin yaşatılmasında ciddi katkı sağlayacaktır. Ayrıca dünya klasikleriyle birlikte felsefe, bilim, matematik gibi alanlarda Kürtçeye çevrilecek temel eserlerin katkısı büyük olur. Son olarak, biz siyasetçiler de Kürtçeyi siyasi çalışmalarımızın odağına koyarak her alanda anadilimizi sevinçle ve onurla kullanmalıyız. Kaynak: Artı Gerçek
Serhat News