Günlerdir küçük bir kız çocuğunun vahşice öldürülmesi konuşuluyor. Katil ve ya katillerin henüz tespit edilmediği, cinayet sebebinin bilinmediği ama yaklaşık 20 hanelik bir köydeki neredeyse herkesin bir şekilde dahil olduğu bir suç ve bu suçu örtbas etme hikayesi yaşanıyor. Kötü yazılmış bir post -“Kırmızı Pazartesi” replikası gibi seyrediyor olaylar.
Sadece 20 hanelik köy ahalisi değil, iktidarından muhalefetine, sosyoloğundan, gazetecisine, zabıtasından, yargısına kadar, elbirliğiyle bir cinayetin izleri siliniyor, deliller karartılıyor. İlginç olan, herkes bunu engin bir merhamet duygusuyla, derin bir empatiyle yaptığını iddia etmekte. Küçücük, 8 yaşındaki bir kız çocuğunun öldürülmesi yeterince sarsıcı ve kötü değilmiş gibi, altında komplolar, gizli ilişkiler aranıyor.
Üçüncü sınıf aksiyon filmlerindeki gibi, kahramanın yüz defa vurulması ama ölmemesi, binlerce kişiyi öldürmesi, birkaç orduyu dağıtması gerekiyor ki izleyici tatmin olsun. Günlerce süren televizyon yayınları, açık oturumlar, son dakika bağlantıları, soruşturmanın gizliliğini yerle bir eden adli sızıntılar, hep izleyicinin ilgisini canlı tutmak için. Ve kuraldır, izleyici hep daha fazlasını ister. Dolayısıyla dört başı mamur bir cinayet pornografisine gark edildik hep birlikte.
Oysa birkaç adım geri çekilip, cinayet mahalline, şüphelilere, tahkikatçılara ve en nihayetinde izleyicilere, merakımızı doyurmak için değil, eksiğimizi bulmak ve anlamak için baksak, her şey önümüzde duruyor. Ama önce bir hikâye anlatalım. Çünkü kadim doğuda yaşadığımız ve yaşayacağımız her şeyin bir hikâyesi ya söylenmiştir ya da söylenecektir:
Mesnevi’de anlatılmıştır; “Baba ile Oğulun Hikayesi”.
– Babası benim çok dostum var diyen oğluna, gerçek dostun ne olduğunu öğretmek için bir deney yapmasını öğütler. Bir koyun kesip çuvala koymasını ve gece dost dediklerinin kapısını çalmasını ister. Gece yarısı, sırtında kan damlayan bir çuval taşıyan oğulun yüzüne kapanır gittiği kapılar. Mahcubiyet içinde babasına döner oğul, babası bu kez kendi “dostuna” gönderir oğlunu. Sırtında kan damlayan çuvalla babasının dostunun kapısını çalar, kapıyı açan kişi etrafı kolaçan eder, çocukla birlikte arka bahçede çuvalı gömerler. Belli olmasın diye de üzerine sarımsak ekerler.”
Hikâye birkaç öğüt!!! daha vererek devam eder. İşte cinayet mahallini anlatan hikâye budur. Buna bazıları “Anadolu İrfanı” diyor. Siz ne dersiniz bilmem. Ben, ahlakın mütemadiyen kör bir karanlıkta iğfal edilmesi diyorum. Ve bunu konuşmadığımız, anlamadığımız ve de değiştirmediğimiz sürece her birimiz bu cinayetlerin maktulü, şahidi ve katili olmaya devam edeceğiz.
Çünkü bir cinayet, önce cinayet mahallinin incelenmesiyle çözülür ancak. Katillerin azmettiricisinin bu “irfan” olduğunu, katilleri bulmakla yükümlü olanların önceliğinin bu “irfanın” korunması ve sürdürülmesi olduğunu ancak böyle anlayabiliriz. Bunu netleştirirsek, o zaman seyirciye kendi doğrularını tahkim edecek malumat değil, gerçeğin saf halini görebileceği bilgiyi sunabiliriz.
Belki o zaman post-modern duyarlılığımızın, pornografik merakımızın, seyir zevkimizin, magazin açlığımızın ötesinde, minicik bir kız çocuğunu öldürenin, cesedini taşların altına gizleyip, namaza duranın, görüp de görmezden, duyup da duymazdan, bilip de söylemezden gelenin, hangi kirli ve karanlık anlayıştan beslendiğini anlamaya, konuşmaya başlarız.
Günlerdir, büyük bir iştahla konuşulan, yazılan, çizilen bir cinayetin, cinayet mahalline bakılmadı henüz. Oysa cinayetin nasıl işleneceğinden tutun, cesedin nasıl yok edileceğini bile 750 yıl önce yazmışlar. Parmak izine, DNA’ya ne hacet?