Malazgirt denince akla hep Selçuklular, 1071 tarihi ve Alparslan gelir. Ancak Alparslan’ın amcası Tuğrul Bey (Sultan Tuğrul) liderliğinde, Müslümanların Malazgirt’e 1071 öncesinde de bir saldırı gerçekleştirdikleri ve bu saldırının da mağlubiyet ile sonuçlandığı pek bilinmez. Bu saldırılarda ki özellikle de tarihin seyrini değiştiren 1071’teki savaşta, Kürdlerin de yer aldığı ise hiç mi hiç dillendirilmez.
1071 yılında Malazgirt’te gerçekleşen, Selçuklular öncülüğündeki Müslüman güçlerin Hristiyan Bizans ile olan savaşı üzerine onlarca kitap yüzlerce makale yazılmıştır. Kah doğulu kah batılı birçok tarihçi döneme dair analizler yapmış, o günün şartları ve sahip olunan imkanlara dair kıyaslamalarda bulunmuşlardır. Bizans ordusunda paralı asker olarak savaşmış vikinglerin sayısından tutun, Selçukluların Ebu Mansur Wahsudan liderliğindeki Rewadi Kürdlerine karşı gerçekleştirdikleri savaşa kadar varan birçok detayı kaleme almışlardır. Kürdlerin adı da zikr edilmiştir bu eşsiz eserlerde. Zira Kürdler de Müslümanların safında bu savaşlarda yer almışlardır. İster gönüllü ister mecburiyetten, isterse de ganimet için katılmış olsalar da Kürdlerin birkaç bin kişi ile 1071’deki savaşta var olduklarını 1200 ve 1300 yılları arasında yazılmış kitaplardan öğrenebiliyoruz.
Bu eserlerden iki tanesi çok önemlidir.
İlk başta Bağdat doğumlu Sıbt İbn-ül Cevzi’nin kaleme aldığı eser gelir. Yazar, kitabı olan ‘Mirʾâtü’z-zamân fî târîḫi’l-aʿyân’da Kürdlerle ilgili olarak şöyle not düşmüştür: “Sultan Alparslan’ın ordusuna az önce 10 bin Kürd de katıldı. Bu katılımla birlikte Sultan, önce yüce Allah’a sonra da kendisine katılan bu Kürdler arasındaki 4 000 kişilik özel birliğe güveniyordu.”
İkinci önemli kitap ise Halep doğumlu İbn-ül Adim’in kaleme aldığı ‘İbnü’l Adim Bugyetü’t-taleb fi Tarihi Haleb’ adlı eseridir ki orada daşöyle yazılmıştır: “Sultan Alparslan’ın yanında 4 bin süvari kalmıştı. Sultan’a Kürdlerden ve öteki kavimlerden olmak üzere 10 bin kadar insan da katılmıştı.” Yazarın çok önemli başka bir özelliği de Eyyubi Kürdlerine Halep’te vezirlik yapmış olmasıdır.
Kürdlerin, Sultan Alparslan’ın ordusunda yer aldıkları doğru olduğu gibi, devletleri olan Mervani hükümdarlığının 1071 sonrası yavaş yavaş sona erdiği de doğrudur. Zira Mervani Kürdlerinin Ahlat’tan ta Cizre ve Urfa’ya kadar olan geniş bir coğrafyada 100 yılı aşkın (983 –1085) sürdürmüş oldukları egemenlik, Alparslan’ın onları cezalandırması ve ondan sonra gelen Selçuklu hükümdarlarının da haraca bağlayıp yağmalamaları sonucu son bulmuştur.
Selçuklular ve diğer Turki/Oğuz boyları buralara gelmeden önce Mervaniler, başkentleri Meyafarqin (Silvan) ve Amed (Diyarbekir) üzerinden bu geniş coğrafyayı kontrol ediyorlardı. Mesela 1046 yılında bu mıntıkadan geçmiş olan İranlı bir seyyah vardır. Nasır-i Hüsrev. Van Gölü’nün kuzeyinden dolaşarak Halep’e kadar gitmiştir. 1045 yılında çıktığı yedi yıllık seyahati sırasında aralarında Van, Bergiri (Muradiye), Ahlat, Bitlis, Garzan, Meyafarqin (Silvan), Amid (Diyarbekir) ve Harran da olmak üzere, birçok şehir ve ülkeyi ziyaret eden Nasır-i Hüsrev, izlenimlerini ‘Sefername’ adlı ünlü eserinde toplamıştır.
Nasır-i Hüsrev, Kasım 1046’da ziyaret ettiği Ahlat ve Bitlis’e dair, Ahlat’ın İslam ülkeleri ile Ermenistan sınırında bulunduğunu belirterek, bu toprakların idarecisinin Mervani Kürd devleti kurucusu Mervan Ibn Rojek’in üçüncü oğlu ‘Nasr Oud Daouleh’ Nasır-ül Devle olduğunu belirtir. Tabii Bitlis merkez ve civarında ise Rojki Kürdleri bulunmaktadır o yıllarda ki onlar da Mervanilere tabi olarak hareket etmektedir.
1048 yılında Selçuklular Bizans’a karşı Pasinler’de zafer elde etmiş ve o bölgede idareyi ele geçirmişlerdi. Ancak Selçukluların Arminiyah’a yani (kaynaklarda o zaman Van Gölü’nün kuzeyindeki yerlere verilen ad) Ermenistan coğrafyasına akınları devam edecekti. Hedefte bu sefer Malazgirt vardır. Selçuklu Sultanı Tuğrul da aynı Nasır-i Hüsrev gibi İran üzeri gelerek, Van Gölü’nün kuzeyindeki güzergahı kendisine rota belirleyip 1054 baharı yola çıkar.
Güzergahı üzerinde bulunan önce Bergiri’yi (Muradiye) ve ardından da Erciş’i alır. Şehir düştükten sonra ahalisi: “Ey ulu Sultan! Git Malazgirt şehrini zapt et. Biz ve bütün Ermenistan sana tâbi olalım” derler. Halkın böyle bir şey söylemesi sultanın hoşuna gider ve Malazgirt’e, yani Bizans’a karşı 1054 yılında askeri bir harekat düzenler. Şehri kuşatarak Karaklukh denilen bir yerde karargâhını kurar.
Bizans ordusu ile Müslümanların ordusunu tasvir eden bir Ortaçağ çizimi. (Madrid Skylitzes, via Library of Congress)
Sultan Tuğrul’un Malazgirt’e olan saldırısına, savaşın detaylarına ve Selçuklular açısından nasıl hezimet ile sonlandığına dair en iyi anlatımı, 1100’lerde yaşamış olan Ermeni bir keşişin notlarından öğreniyoruz. Urfalı (Edessalı) Mateos adı ile tarihte bilinen bu ünlü keşiş, 932 ile 1136 tarihleri arasındaki dönemi konu alan çok kıymetli bir çalışma arkasında bırakmıştır. Kitabın geri kalan kısmı da (1136 – 1162) papaz Gregor tarafından sonradan tamamlanmış ve ‘Urfalı Mateos Vekayi-namesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162)’ adı ile de yayımlanmıştır.
Kitabının LXXXVIII. ibareli bölümünde keşiş Mateos Sultan Tuğrul’un Malazgirt saldırısına tüm teferruatları ile şu şekilde değinmektedir.
‘503 (8 Mart 1054 – 7 Mart 1055) tarihinde Ermenistan üzerine zehirli ve öldürücü bir rüzgar esti. İran sultanı Tuğrul, paytahtından hareket edip deniz kumu kadar çok olan askerlerle beraber Ermenistan’a yürüdü. Sultan, Bergeri şehrine gelip burasını hücumla zaptetti ve oranın ilerigelenlerini zincirle bağlı oldukları halde esir olarak götürdü. O, diğer şehirleri de kılıçla tahrip etti ve halkı öldürdü. O, ateş fışkıran kara bir bulut gibi hareket edip öldürücü bir dolu sağanağı ile birlikte Arceş denilen şehrin üzerine geldi. Bu şehre karşı sekiz gün şiddetli bir muhabere yaptı. Düşman askerlerinin çokluğuna karşı aciz bir vaziyete düşen şehir halkı, altın, gümüş, at ve katırlardan ibaret birçok hediyeleri hamilen Sultan’a itaat etmeye koştular. Halk bu suretle ve yalvarmaları sayesinde dostluk ve sulh aktetmeye muvaffak oldu ve:
“Ey cihangir Sultan! Git Mandzgert şehrini zaptet, biz ve bütün Ermenistan sana tabi olalım” dediler.
Sultan Tuğrul bu sözlerden çok memnun kaldı. Ordusuyla beraber hareket etti ve her türlü fenalıklarla dolu bir yılana benzeyen Mandzgert şehrine geldi. Sultan, şehri kuşattı ve Karaklukh (Taşbaşı) denilen yerde karargah kurdu. Ertesi gün şafak sökülünce Sultan, hücum borusunun çalınmasını emretti. O gün Mandzgert şehri kuşatılınca Hristiyanlar için korkunç bir manzara hasıl oldu. Çünkü, boru sesleri aksedince bütün ordu tarafından yükselen bağırışlar şehrin surlarını sarstı. Şehrin içinde bulunan Hristiyanların vaziyetini nasıl tarif etmelidir? Onlar, tek bir insan gibi müttefiken hareket edip şiddetli hücumlara göğis gerdiler. Şehrin Romalı kumandanı, Abukab’ın oğlu dindar ve faziletli Vasil idi. O, şehrin her tarafını tahkim etti. Gerek kadın gerekse erkek bütün cesur adamları vazifelere tayin etti. O, her birine imparator namına mevki ve rütbeler vaadetti ve bütün halka gece gündüz durmadan cesaret verdi.
Müslüman askerleri günlerce hiç durmadan hücumlarına devam ettiler. Onlar, şehri içeriden zaptetmek için yeraltı geçitleri kazdılar. Bunu haber alan şehirliler de aksi istikametten toprağı kazmağa başladılar ve düşman lağımcılarını kamilen esir ettiler. Esir edilenlerin içinde Sultan Tuğrul’un Osgedzam adlı kaynatası da bulunuyordu. Şehirliler, esirleri surların üzerine çıkardılar ve orada öldürdüler. Bunu gören Sultan sonderece kederlendi. Pageş’e (Bitlis) adam gönderip imparator Vasil’in, her şehrini dövmek için yaptırmış olduğu onbeş çemberli korkunç ve hayret verici mancınığı getirtti. Bu mancınık kurulunca şehir kamilen dehşet içine düştü. İlk vuruluşta üç muhafız öldü ve en ileri mevkide bulunan bir asker şehrin içine atıldı.
Bunun üzerine şehir halkından bir rahip ortaya çıktı, mancınığa karşı acilen bir makine kurdu ve attığı ilk taşla mancınığa isabet ettirip onun baş tarafını kırdı. Dehşete kapılmış olan şehir halkı, bunu görünce tekrar cesaret aldı. Fakat Müslümanlar, mancınığı birkaç gün içinde tahkim edip hiçbir taraftan yanaşılmaz bir hale getirdiler ve şehrin surlarını çok büyük taşlarla dövmeye başladılar. Bütün şehir dehşet içinde sarsılmağa başladı. Bunun üzerine Vasil şehre hitaben:
‘Mancınığı yakmaya muktedir olan herhangi bir adama birçok altın, gümüş, at ve katırlar vereceğim. İmparator tarafından da ona rütbe ve mevki verilecektir. Şayet bu adam Müslümanlar tarafından öldürülürse mükafat onun oğullarına veya akrabalarına verilecektir’ diye ilan etti. Bunun üzerine bir Frank (Bizans ordusundaki Avrupalı ve özelliklede Norman/Viking askerler mevcuttu) ileri atılıp:
‘Ben dışarı çıkıp o mancınığı yakacağım. Bugün ben, kanımı tüm Hristiyanların uğruna dökeceğim. Çünkü yalnızım ve benim için ağlayacak ne karım, ne de çocuklarım bulunmaktadır’ dedi.
Adam, kuvvetli ve süratli bir at istedi. Zırhını giyip miğferini başına geçirdi, mızrağının ucuna bir kağıt geçirdi ve koynuna da üç şişe neft yerleştirdi. Bu vaziyette bir postacı tavrını takınıp yola çıktı. Hristiyanların dualarına ve Allah’a karşı olan itimatına güvenip, Müslümanların karargahına doğru ilerledi. Müslüman askerleri, mızrağın ucundaki kağıdı görünce, onun bir postacı olduğunu zannettiler ve hiçbir şey sormadılar. Öğle vakti idi ve hava çok sıcaktı. Herkes çadırına çekilmiş uyuyordu. Frank, mancınığın önüne gelince durdu. Düşman askerleri, onun mancınığı temaşa edip hayret ettiğini zannettiler. Fakat o, derhal şişenin birisini çıkarıp mancınığın üzerine attı. Sonra bir kartal süratiyle mancınığın etrafını dolaşıp diğer şişeyi de attı. Adam, üçüncü şişeyi de aynı suratte attı ve mancınık aniden ateşle sarıldı. Frank da oradan kaçtı.
Müslüman askerleri durumu fark edince Frank’ın ardına düştüler. Fakat Frank sağ ve salim olarak şehre geri döndü. Mancınık kamilen yandı. Hristiyanlar büyük sevinç duydular ve şehir halkı Frank’ı bolca mükafatlandırdı. Bu haberi alan imparator Monomah, Frank’ı yanına çağırdı ve onu rütbe ve mevki sahibi yaptı.
Sultan Tuğrul’un kendisi de Frank’ın bu işine hayran oldu ve Vasil’e bu cesur adamı mükafatlandırmak için görmek istediğini iletti. Fakat Frank bunu reddetti. Bundan çok öfkelenen Sultan, şehrin surunu devirmek üzre dibini kazmak emrini verdi. Şehirliler onun bütün makinelerini hiçe sayarak cesaretle mukavemet ettiler. Demir çengeller yaparak toprağı kazanları bunlarla tutup yukarı çekiyorlar ve öldürüyorlardı. Bu durumu gören Sultan kazmaya son verdirdi ve çok mahçup bir vaziyete düştü. Bunun üzerine şehirliler, kendilerinin sahip olduğu mancınığa bir domuz koyup onu Sultanın ordusunun içine fırlattılar ve hep bir ağızdan:
“Ey Sultan, bunu kendine karı yap, biz de Mandzgert şehrini cihaz olarak sana veririz” diye bağırdılar.
Buna çok öfkelenen Sultan, domuzu getirenlerle kendisini Mandzgert’e getirenlerin başlarını kestirdi. Sonra çok mahçup bir halde tekrardan İran’a döndü. Böylelikle Mandzgert şehri, Allah’ın lütfu ile Türklerin elinden kurtulmuş oldu.’
Her ne kadar Keşiş Mateo Sultan Tuğrul’un Malazgirt başarısızlığı sonrası İran’a döndüğünü yazmışsa da bazı tarihçiler Sultan’ın kuzeye doğru ilerlediğini ve daha sonrasında geriye dönüp Malazgirt’e tekrardan başarısız bir saldırı gerçekleştirdiğini yazarlar. Sultan Tuğrul, Malazgirt sonrasında Adilcevaz’ı alarak İran’a geçmiş ve yaklaşık bir yıl sonrasında da Abbasi Halifesi Al-Kaim Biemullah’ın talebi üzerine Bağdat üzerine ilerlemiştir.
1063 sonbaharında İran’ın Rey şehrinde vefat eden Sultan Tuğrul’dan sonra, yeğeni olan Sultan Alparslan, amcasının başaramadığı Malazgirt şehrini Bizans’ın elinden alma girişimini 8 sene sonra 1071 yılında gerçekleştirmiştir.
Kaynak: Baran Zeydanoğlu-Bitlisname
Serhat News