Ülkemizin temel ve öncelikli sorunlarının başında kuşkusuz hukuk ve adalet yoksunluğu gelir. Esas olarak ekonomik kriz dahil, yaşanan derin sorunların nedeni de siyasal sistemin hak, hukuk ve adalet ihlalleridir.
Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un, Türkiye’deki yargı sisteminin doğru işlemediğini ve verilen “Yargı kararlarının yüzde 99’u geçersizdir” ifadesi, hukuk sistemini tanımlamak için yeterlidir.
Hukukun işlemediği bir ülkede başka söze gerek var mı bilmiyorum?
Fransız İmparatoru Napolyon’a ait bir anekdot anlatılır:
Savaşın kaybedildiğini öğrenen İmparator, komutana sorar; “General! söyle bakalım savaşı neden kaybettik.?” General, birçok nedeni var, diyerek sıralamaya başlar; “Birincisi, barutumuz bitti.” Napolyon, “Tamam gerisini saymana gerek yok.” diyerek generalin konuşmasını keser.
Bir ülkede hukuk güvence değilse başka sorunları sıralamaya gerek kalmaz. Birkaç örnekle hukuksuzluğun neden olduğu trajedileri belirtmek istiyorum.
Hukuk dışı KHK uygulamalarıyla yaşananlar, ne yazık ki bir grup veya grup yöneticileriyle sınırlı kalmayarak yüz binlerce insanı mağdur etmiştir.
Söz konusu keyfi uygulamaların, toplumda derin yaralar açtığı herkesin malumu. Üniversiteler, okullar, dershaneler, hastaneler, dernek ve vakıflar, iş yerleri, fabrikalar kapatıldı. Binlerce akademisyen, eğitimci, öğrenci, yazar, gazeteci, iş adamı, esnaf, memur, polis, asker işinden, görevinden mahrum edildi.
On binlerce insan göz altına alındı, tutuklandı ve ağır cezalara çarptırıldı. Rusya ve İran dahil, Türkiye dışında dünyanın herhangi bir ülkesinde bu kadar çok sayıda kadın, çocuk, yaşlı ve hastanın cezaevlerinde tutulduğunu düşünmüyorum.
Kursiyer teğmenler, askeri öğrenciler, er ve erbaşlar darbe sorumlusu olarak yargılanıyor.
Bu uygulamaların hak, hukuk, adaletle bir ilişkisi kurulabilir mi?
Askeri öğrencileri, hatta erleri, öğretmen ve memurları darbe ile ilişkilendiren bir siyaset ve yargı sistemine 12 Eylül 1980 cuntası döneminde dahi şahit olunmamıştır.
Kuşkusuz yüzlerce kursiyer ve askeri öğrencinin, binlerce masum insanın 15 Temmuz olaylarında göz altına alınarak ağır cezalara çarpıtıldığı gerçeğini göz ardı etmiş bir siyaset anlayışının, halkın ve ülkenin yararına olması düşünülemez.
Sinan Ateş gibi Ülkü Ocakları genel başkanlığını yapmış, adı MHP Genel Başkanlığı için dahi geçmiş bir şahsın, gündüz ve sokak ortasında açıkça öldürülmesi ve bilindiği halde faillerin açığa çıkarılmaması hukuk adına ibretlik bir durum değil midir?
Keldani Şimuni ve Hurmüz Diril çiftinin trajedisine ne demeli?
Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesine bağlı, güvenlik gerekçesiyle boşaltılan köylerine 2011 yılında geri döndüler. Çift, 2020’de kimliği belirsiz kişiler tarafından kaçırıldı. 65 yaşındaki Şimuni Diril’in cansız bedenine ancak 70 gün sonra işkence edilerek katledilmiş halde köy yakınındaki bir derede bulundu.
Hürmüz Diril’den ise 11 Ocak 2020’den bu yana hiçbir haber alınamıyor. Yakınlarının adalet arayışlarına karşılık verecek hiçbir kurum yok. Yüz yıllardır zorunlu göçlere ve katliamlara maruz kalmış Süryani halkının yaşadığı trajedilere bir yenisi daha eklenmiş oldu.
Ailesiyle birlikte Hurmüz ve Şimuni için adalet çağrısında bulunan 32 Süryani ve Keldani kuruluşuna muhatap olacak bir devlet kurumunun olmaması ayrıca trajik değil midir?
Yüzlerce olaydan bir tanesi de Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde 14 Haziran 2018 tarihinde seçim çalışmaları kapsamında esnaf ziyareti yapan AK Parti milletvekili ile tartışan Hacı Esvet Şenyaşar, oğulları Celal Şenyaşar ve Adil Şenyaşar ile milletvekilinin kardeşi Mehmet Şah Yıldız hayatlarını kaybettiler.
Trajik olan ağır yaralı olarak acile kaldırılan Şenyaşarların hastanede saldırıya uğrayarak öldürülmüş olmalarıdır.
Şenyaşar ailesinden üç, Yıldız ailesinden ise bir kişinin öldüğü kavganın davasında mahkeme, Fadıl Şenyaşar’a 37 yıl dokuz ay, Enver Yıldız’a ise 18 yıl hapis cezası vermişti.
Suç delillerinin ortadan kaldırıldığı ve mahkemenin adil karar vermediği iddiasıyla Emine Şenyaşar ile saldırıdan yaralı kurtulan oğlu Ferit Şenyaşar, Şanlıurfa Adliyesi önünde 9 Mart 2021’de Adalet Nöbeti başlattı. Aylardır da Adalet Bakanıyla görüşmek için Bakanlığının önünde nöbet tutmaya devam ediyorlar.
Annenin feryadını duyan yok, adalet talebine cevap veren yok.
Adalet aradığını haykıran Emine Şenyaşar adalet bakanına sitemini şöyle dile getiriyor:
“Ne devlet ne hukuk var. Oğlumu tekli hücreye koymuşlar. Katiller geziyor. Niye tutuklamıyorsun? Yeter oğlumu bırak. Bu adalet mi? Bize zulmettikleri için buraya oturduk… Hastane kayıtlarını çıkarsınlar, dünya görsün. Neden kayıtları saklıyorsunuz? …”
Emine Şenyaşar’la birlikte 60 gündür bakanlık önünde adalet arayışını sürdüren yüreği yanık bir anne daha var.
O da bir mağdur annesi Sevinç Çakır. 8 yıldır haksız olarak cezaevinde yatan havacı kursiyer teğmenin annesi. Oğlu, diğer kursiyer arkadaşlarıyla birlikte 15 Temmuz olaylarının sorumlusu olarak mahkûm olmuş.
Anne sevinç Çakır feryat ve figan ediyor: “Hiçbir sorumluluğu ve yetkisi olmayan As.Öğrc. ve Krs.Tğm.lere nasıl müebbet cezalar verilebilir?”
Bu haklı feryadı duyan hiçbir ilgili ve yetkili ortada yok. Gerçekten nasıl bir adalet inancı ve hukuk anlayışıyla ve hangi vicdanla bu öğrencilere ceza verildiğini anlayamıyorum.
Yetkisiz ve sorumsuz, aynı zamanda masum olan Harbiyeli öğrencilerin 8 yıldır cezaevinde yatması vicdanlarımızı yaralamıyorsa, adalet inancımızdan ve insanlığımızdan şüpheye düşmemiz gerekmiyor mu?
Hangi birinden söz edeyim?
Yaklaşık 29 yıl, 1000 haftayı aşkın bir süredir İstanbul-Galatasaray meydanında, kaybolan çocuklarının akıbetini öğrenmek isteyen Cumartesi Annelerinin sesine kulak tıkayan bir iktidar, ilgisiz kalan bir yargı, sorgulamayan bir siyaset örneği, dünyanın hangi ülkesinde vardır?
Ucube bir yargılama örneği de İş insanı ve insan hakları savunucusu Osman Kavala konusunda yaşandı. Kavala, Açık Toplum Vakfı, TESEV, TEMA Vakfı, Tarih Vakfı, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı gibi sivil toplum örgütlerinin yönetim kurulu veya danışma kurulu üyesiydi.
2017 tarihinde “Gezi Parkı olaylarının yöneticisi ve organizatörü olmakla” suçlanarak tutuklandığı davada kendisi dahil birlikte suçlandıkları tüm sanıklar için beraat kararı verildi. Daha sonra AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) tarafından serbest bırakılması talebine rağmen 25 Nisan 2022’de ise Mahkeme heyeti tarafından “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet cezası kararı alındı.
Bu kararın arka planı hala aydınlatılmış değildir. Kavala’nın kimlerle ve nasıl darbeye teşebbüs ettiği bilinmiyor ancak müebbet hükmü aldığı ortada.
Siyasi, fikri ve düşünceleri nedeniyle insanların, otoriter ülkelerde ceberut yönetimler tarafından cezalandırıldığını biliyoruz, Türkiye de bu ülkelerden birisidir.
Ancak Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve arkadaşlarına verilen cezaların bir örneği 21. Yüzyılda hangi ülkede gerçekleşmiştir?
Salahattin Demirtaş, 42 yıl ceza almayı hak edecek nasıl bir suç işlemiştir?
Suçu, bir KÜRT olarak siyasi mücadele için şiddet ve silahı değil, demokrasiyi bir yöntem olarak görmesi midir?
Biliyoruz ki Kürt halkının hak ve özgürlük taleplerini savunmak için silahlı mücadele yanlısı olma mecburiyeti vardır. Sınırlandırılmış bir alan dışında silah ve şiddeti reddederek sivil-siyasal alanda bir mücadeleye izin verilmemektedir.
Salahattin Demirtaş, bu sınırları aştığı için mi cezalandırılmaktadır?
Soruları çoğaltmak ve çok sayıda örnek vermek mümkün.
Ancak gerçek olan şudur ki bu ülkede ne HUKUK ne ADALET ne de İNSANLIK temelinde bir SİYASET ve YÖNETİM ’den artık söz edilemez.