Türkiye’de “ulus devlet” inşasıyla birlikte çoğulculuk bir tehdit olarak kabul edilmiştir. Çoğulcu Osmanlı bakiyesi, önce “tekçi” bir devlet yönetimine, daha sonra da “tekçi” toplumsal bir yapıya dönüştürüldü.
Kuşkusuz bu dönüşüm hiç de kolay olmadı. Ulus-devlet inşasının şekillendiği dönemde “milliyetçilik” de resmi bir ideoloji olarak yerini aldı. Ancak ulusçuluk ve milliyetçilik devlet ideolojisi olarak bu topraklara yabancıydı. Rıza ile toplumsal kabul görmesi mümkün değildi.
Devlet eliyle yukardan aşağıya doğru baskı, dayatma ile ancak mümkün olabilirdi. Öyle de yapıldı. Bunun gereği olarak önce dini çoğulculuk, sonra da etnik çoğulculuk hedef alındı.
Gayimüslim topluluklara yönelik baskılar ve tehcir politikaları geliştirilmiş, direnenlere de şiddet uygulanarak sonuca gidilmiştir. Milyonlarca gayimüslim bu yöntemle tehcire zorlanmış veya katledilmiştir.
Farklı inanç ve mezheplere mensup Müslüman ahali de “Sünni” kalıp içine alınarak tekleştirilmeye çalışıldı. Bu alanda aykırı görülen Alevilik, Bektaşilik, Ocak, Dergâh ve Tarikatlar da yasaklandı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de kültürel çoğulculuk etnik temelde tekleştirildi. Türkçeden başka diller yasaklanarak dil birliğine gidildi. Türk Dil Kurumu ile de Türklerin dili olan Türkçe dahi değiştirilerek yeni bir dil oluşturuldu.
Yeni “bir ulus yaratma” adına ortak değerler ve ortak paydalar yerine “milli” kurumlar oluşturulmuş, bin yıllık ortak tarih ve ortak din dahi “tekçilik” temelinde millileştirilerek Türkler dahil toplumsal kesimlerin tamamı geçmişlerinden koparıldı.
Kürtler gibi itiraz eden unsurlar da etnik kıyıma maruz kaldılar. Dilleri, kültürleri, tarih, sanat ve ait oldukları medeniyetin izleri dahi silinmeye çalışıldı.
Esas olarak ulus devlet, sadece Kürtleri değil, tekçiliğe itiraz eden Türkleri de dışlamış, onları da düşman unsur olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda Tekçi sistemin zulmünden nasibini almayan hiçbir etnik, dini, inanç ve ideolojik kesim söz konusu değildir.
Bugün de KHK; Türk-Kürt ayırımı yapılmaksızın bütün muhaliflere karşı en sert biçimiyle uygulanmaktadır. Türk ve diğer etnik unsurlardan farklı olarak Kürtler; asimilasyona, ırkçılığa, ayırımcılığa, tekçiliğe direndikleri için baskıcı uygulamalara aralıksız maruz kalmışlardır.
Bugün de Kürtler, çoğulcu siyasi bir direniş ve mücadele ortaya koydukları için düşmanlaştırılmakta, terörize edilerek siyasetin dışına itilmektedirler.
Ne yazık ki 20’nci yüzyılın başından itibaren yaklaşık 100 yıldır Tekçi politikalara aralıksız devam edilmektedir. Tekçilik adeta kronik bir hastalık olarak kurumsal, siyasal, dinsel ve toplumsal bünyeye yerleşmiş durumdadır.
Askeri darbeler, müdahaleler, vesayet ve OHAL uygulamalarına rağmen sonuç alınmadığı halde aynı sisteme ısrar ve inatla devam edilmektedir. Trilyonlarca dolar harcanarak Türkiye’nin kaynakları heder edilmektedir.
Gelişmiş ülkelerden ve dünyadaki gelişmelerden dersler çıkarması beklenen Türkiye’nin hala tekçi politikalarda ısrar etmesi, artık ülkemizin geleceği için bir “beka sorunu” haline gelmiştir.
Daha vahim ve korkunç olanı; sorunların nedeni olan Tekçi sistem yerine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile “tek adam” yönetimine geçilmesidir.
Yaşanmış gerçeklerden biliyoruz ki “milliyetçilik-tekçilik” ve “tek adam yönetimi” iç çatışmaların, bölünme ve parçalanmaların, bölgesel ve dünya savaşlarının en önemli nedenlerindendir.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları hiç yaşanmamış gibi ibret ve ders alınmadan “tekçilik dayatması” ile yola devam etmek hakikatleri görmemektir veya hakikatle savaşmaktır.
Ham madde ve sömürge arayışı, Almanya ile İngiltere arasında yaşanan ekonomik rekabet, Rusya ile Avusturya’nın Balkanlar üzerinde çıkar çatışmasına girmesi gibi sebepleri olsa da asıl nedeninin “milletçilik” olduğu açık olan Birinci Dünya Savaşı’nda (1914-1918) yaklaşık 20 milyon insan hayatını yitirmiştir.
Bu savaş nedeniyle Avrupa’nın siyasi haritası ve güç dengeleri tamamıyla değişmiş, Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi köklü devletler dağılmaya başlamıştır. Kurulan yeni devletlerle yeni bir siyasi harita oluşmuştur.
En dramatik olaylardan biri de tekçilik-milliyetçilik-Turancılık ve Kızıl Elma ütopyaları uğruna yaklaşık 60 bin evladımız Sarıkamış Allahuekber dağlarında (1914), kar, tipi ve soğuk hava nedeniyle donarak feda edilmiştir.
Yine benzer nedenlerle ortaya çıkan İkinci Dünya Savaşı (1939-1945), en büyük yıkım ve kıyım olarak tarihe geçmiştir. Yaklaşık 60 milyon insan ölmüş, şehirler ve devletler tarih olmuştur.
Tekçi sistemlerin veya “tek adam” yönetimlerinin neden olduğu tahribat ve yıkımların örnekleri çoktur. Hitler, Franco, Mussolini, Stalin veya yakın tarihte coğrafyamızı cehenneme çeviren Saddam gibi örnekler verilebilir.
İkinci Dünya Savaşı’nda “tek adam” Hitler yönetiminde sadece Almanya, cephelerde 5 milyon, toplama kamplarında 4 milyon insan kaybetti.
İkinci Dünya savaşı bittiğinde Alman aydınlar ve siyaset insanları, “bir taraftan molozlar arasında ölmüş at eti yerken bir yandan da yeni bir sistem” hakkında düşünüyorlardı.
Alman devlet adamı, şansölye Konrad Adenauer, Hitler’in yerle bir ettiği Almanya’nın yıkım nedenini bugüne de ışık tutacak şu sözle ifade etmişti:
Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız.
Gerçekten de çoğulculuk sadece coğrafyamızın değil, insanlığın kaderidir. Bunu değiştirmeye kalkışmak kadere isyandır ve büyük felaketlere yol açmaktır.
Bu bağlamda Konrad Adenauer’in tarihi sözü karşısında şunu belirtmekten kendimi alamıyorum:
“Adalet mülkün temelidir” demekle kalmamış, bütün insanlık için adalet timsali olmuş Halife Ömer (r.a) için Müslümanlar da “Hz. Ömer bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayacağız” demedikçe bu coğrafyada hukukun üstünlüğü, barış ve adalet tesis edilemez!