Rüzgarların uğultusunda uçuşuyordu karlar, yün bir heybedeki yüktüm ben; ölüydüm. Soğuk rüzgarlar esmeye başladı ilkin. Sonra aysız bir gecede gittikçe soluklaştı yıldızlar. Gökyüzü yükseldikçe yükseldi üstümüzde. Ufuktaki dağlar düzlükle birleşti, yekpare , bembeyaz bir sonsuzlukta eşitlendi her yer. Bütün sesler sustu, derin bir sessizliğin içinde düşmeye başladı kar taneleri.
Henüz renklerini bilmediğim kır çiçekleriyle bezeli üç bahar, güneş ışıltısında üç yaz yaşamıştım. Ve toprak damlı evlerin üstüne durmaksızın yağan karın altında, üç kış geçirmiştim. Hiçbir renge aşina değilken, karın parlak beyazlığında kamaşmıştı en çok gözlerim.
Kar, vadileri düzlükle birleştirip, yolları görünmez kılmaya başlayınca, baharı beklerdik. Gece boyu, soluk ışıklar süzülürdü pencerelerden, yanan sobaların başında, uzak kentlerin geçmiş havadisleri konuşulurdu. Bir ölüm haberi, bir düğün daveti, karlı yollardan yürüyerek arabaların geçtiği, açık olan yollara kadar gidecek bir yolcuyu çağırırdı. Sabahın erken saatinde, henüz gün doğmadan, yerler donukken çıkılırdı yola. Hava biraz ısınıp, buzlar çözülünce, yumuşayan karlarda yol yürünemez olurdu.
Ben bir defa çıktım o yolculuğa. Zamansız hastalanmışım. Soluğumu kesen, ciğerimi söken bir öksürüğe yakalanmışım önce. Geceler boyu ateşlenmişim durmadan. Çocuklarını sadece ölüyken sevenlerin ülkesinde, ölmek için baharı bekleyememişim. Yol beni çağırmış, kimselere geçit vermezken.
Güneş henüz uzak dağları aşmamışken, gri bir gökyüzünün altında, babamın sırtında, bir heybenin içinde düşmüşüm yola. Karla kaplı bir yamaçtan, göz yordamıyla yolu belleyerek yürüyordu babam. Ardımda toprak damlı evler bir sisin içinde gittikçe soluklaşırken, öksürüğüm kesildi. Ne dağların üstünden parlamaya başlayan güneş, ne uğultusu gittikçe azalan rüzgar, ne heybeden süzülen soğuktan haberim vardı artık, ölüydüm.
Kalekollara giden güzergahları açan iş makinalarının temizlediği yollarda, bir köy minibüsüne denk gelinceye kadar yürümüş babam. Sırtındaki heybede, sessiz ve uslu bir çocuk taşıyarak. Sonra, yollarının açık, caddelerinde arabaların gürültüyle aktığı bir şehirde, kaloriferle ısıtılmış bir hastanenin koridorlarında çıkarmışlar beni heybemden. Daha yüzüme yayılmadan sıcaklık, parmak uçlarım ısınmadan, buz gibi bir morga kaldırmışlar beni, çünkü ölüydüm. Masmavi bir gölün kıyısındaymış gittiğimiz şehir. Geceleri sokak lambalarının aydınlattığı kaldırımları, karları temizlenmiş sokakları varmış, göremedim, ölüydüm.
Büyük kazanlarda pişirilmiş taziye yemeğim. Adımı bile bilmeyen, başımı okşamamış yüzlerce insan, ilk ve son yolculuğumu bensiz bir yemekle yâd etmişler. Ben karla kaplı yolun yolcusu, kar beyazı bir örtüye sarılıp, gömülmüşüm. Bana sorsalar, yola çıktığım heybemle gömülmek isterdim, söyleyemedim, ölüydüm.
Serhat News