“Yaşamlar, sesler ve kelimeler asla kaybolmaz. Onları ifşa edecek kahini beklerler” diye başlıyor Seyit Oktay’ın “Hurri-Ari Destanı-MİTANNİLER” (Ceylan Yayınları) adlı yeni kitabı.
Yazarın “Arami Tabletleri” (Ar Yayınları), “Aryen-Med Destanı” (Ceylan Yayınları”, “Kayıp Masal” (Ceylan Yayınları) eserlerini okumuş olanlar, Seyit Oktay’ın zaman, hakikat, sonsuzluk, aşk, hafıza gibi insan varoluşunun en temel metafizik yapıtaşlarını döşeyerek kurguladığı masalsı evrenler yaratmaktaki maharetini ve mücevher zarafetindeki şiirsel dilini biliyorlardır.
Yazar yeni kitabı “Hurri-Ari Destanı-MİTANNİLER”de de mitos ile logosu, hayal ile gerçeği kararak, muazzam bir dil ustalığıyla masalsı hakikat evrenlerine yeni bir halka ekliyor ve zaman labirentinde yeni bir koridor açıyor.
Okurun tarih yolculuğu, Ulu Zagros’un kalbi olan Dalahula’da saklı Kehanetler Kitabı’nın ilk sayfasının açılmasıyla başlıyor. Daha ilk sayfada okuyucunun yaşayacağı şaşkınlık malum! Tarihi bir tarihçi, geleceği ise bir kahin anlatmaz mı? O halde tarihi anlatan bir kahin zamanının hangi noktasında durmaktadır? Bugünden düne mi bakıyordur, dünden bugüne mi?
Zaman yoldaki insandır, insanlıktır. Tarih her zaman bir yol hikayesidir. En uzun yol hikayesi. Peki, yolun yönü ileriye midir, geriye mi?
“Mitanniler” kitabında, yoldaki insanlığın en ışıklı zamanlarından birinde buluyoruz kendimizi. İnsanlık yolunun bu ışıklı zamanının bir anlatıcıya ihtiyacı var her hikayeninki gibi. “Tarih tekrardan dile geldiğinde canlanıyor. Hiçbir şey kaybolmuyor. Yaşamlar, sesler ve kelimeler asla kaybolmaz, onları ifşa edecek kahini beklerler. Bir gün mutlaka karşılaşırız onlarla bu hayat ve zaman koridorlarında. Bin tanrı aşkına kim çözecek ki bu muammayı?” (Mitanniler, Say. 226)
Tıpkı Hitit tanrıları gibi hakikatin de binlerce yüzü binlerce tezahürü vardır. Açılan her perdenin ardında yeni bir perde, hayalin ardında yeni bir hayal, gerçeğin ardında yeni bir gerçek. Farklı zaman ve mekanlarda varlık gösteren Kahin ile Tarihçi, birlikte Mitanniler’in dili oluyor, insanın zamana, zamanın onu aradığı yerde rastladığı bir anlatı sayesinde “hayat” ile “gerçek”, “olacak” ile “olan” kesişiyor. Hakikat tam da bu kesişme değil midir?
Deneyim ile kehanetin esasta aynı şey olduğu, tarihi yaratıp öngörenin de, tarih tarafından deneyimlenip oluşturulanın da insan olduğu gerçeğini ana eksene yerleştiren yazar, hakikatin cevherini oluşturan güzellik ve aşkı, yarattığı, inşa ve ifşa ettiği Mitanni evreninin ruhu, ışığı ve sesi olarak her cümlede duyuruyor.
Kahinler Kitabı Bereketli Hilal’in doğurduğu uygarlıkları, her birinin kendi kahininin ağzından anlatırken, farklı bir evrende Mitanni Sarayının usta yazıcısı Sidurta ve eşi, Büyücü Puduhepa’nın huzurunda, kendi yurtlarının tarihini hikaye ederler.
Sidurta ebedi aşkı Lilurta ve iki çocuğuyla beraber, Asurlular tarafından yakılıp yıkılmış olan Mitanni yurdundan, Mitanni soylu Hitit kraliçesi Puduhepa tarafından kurtarılarak Hitit sarayına getirilir. Bu değerli konuklar her gece Kraliçenin huzuruna çıkarak, Ulu Zagrosların güneşli cennetinde doğan en kıymetli cevherlerden biri olan Mitannileri anlatırlar. Yasını tuttukları yurtlarını yaşatmanın yolu onu anlatmak, insanlık hafızasına yerleşmektir. Yasın bir tesellisi, yitip gidenin bir telafisi vardır. “Üzülme, bazen bir ülkenin hafızasını ve hatırasını kurtarmak, onu kurtarmak kadar kıymetlidir” (Mitanniler, say. 286)
Kraliçe Puduhepa, Sidurta ve ailesini kurtararak Mitannilerin hafızasını ve sesini kurtarmıştır. Sidurta ve Lilurta varlıklarını anlamlı kılanın hafıza olduğunu bilen aşıklar olarak, aşklarının sonsuzluğu gibi yurtlarının tarihini de ebediyetin kollarına teslim etmek için, emanete duyulan kutsal sadakatle yurtlarının destanını dillendirirler.
Sidurta ile Lilurta’nın dilinde şiirsel bir masala dönüşen Mitanni konfederasyonu, özgürlüğün ve ortak yaşamın doğal bir örneğini teşkil eden nadir uygarlıklardandır. Ortak bir yönetim birliği veya bu birliği yöneten bir kral kabul edilse de, birliğe üye her bir kavim kendi özgünlüğünden, özgürlüğünden ödün vermez, bağımsızlığını korur. Tarihte demiri ilk işleyen, atları evcilleştiren ve önemli bir ticaret ağı oluşturan Mitanniler, insanlık tarihinin en değerli ortak yaşam organizasyonlarından birini inşa etmişlerdir. Kürt tarihi açısından olduğu kadar çevre kavim ve uygarlıklarla kurduğu dostane ilişkileri, coğrafyaya huzur ve barış getirme çabaları ile genel tarihin de en önemli aşamalarından birini temsil eden Mitanniler dönemi, sadece geçmişi merak edenler için değil, geleceğin nasıl olması gerektiğine dair duyarlılığa sahip her zihnin havsalasına konuk edebileceği bir tarihi kesit.
Çocukken, eski harabelerin, yıkık hanelerin perili, cinli olduğu söylendiğinden, korkudan yanına yaklaşamaz, uzaktan izlerdik. O harabelerin içine girecek cesaretimiz olmasa da saklandığımız yerden bir peri veya cin görmek hevesi, heyecanı, beklentisi ve büyük korkusuyla bazen saatlerce gözetleyerek beklerdik. Rüzgarın uğultusunun taşıyıp getirdiği bir ses, gıcırdayan kapı ve pencerelerin boğduğu bir fısıltıyı duyar duymaz yerimizden fırlayıp kaçar, sonra yemin billah cin ve perilerin sesini duyduğumuzu anlatırdık, bize gülümseyerek bakan büyüklerimize. Büyükler bilirdi ki, perilerin ve cinlerin sesini ancak Mecnunlar (ilhamını cinlerden ve perilerden alan-tecennün) ve çocuklar duyabilirdi. Biraz büyüyünce insan geçmişin yok olup gitmediğini anlar. Zaman geçer, ama mekan kalır. Biraz daha büyüyünce aslında zamanın da geçmeyen bir yanı olduğunu fark eder. Mekan zamanı kucaklar ve bağrında saklar. Sesler, kelimeler oradadır. Harabelerin altında ifşa edilmek üzere beklerler.
Tarihi hakkında pek az bilgi bulunan Mitanniler’i oldukça başarılı bir araştırma ve incelikli bir yorumla ele alan Seyit Oktay, adeta yıkıntılar arasından elleriyle, tırnaklarıyla söküp çıkardığı bilgi parçacıklarından, şekli şemaili belli bir yapı oluşturmuş. Bedeni paramparça edilmiş, sesinden yoksun bırakılmaya çalışılmış Mitanni yurdu, Sidurta’yla Lilurta’yla çocuk cıvıltılarıyla, Hurri atlarıyla, işlenmiş demir hançerlerle, rengarenk halılarla, aşk sözcükleriyle, çiçek kokularıyla, şarkılarla, meyve ağaçlarıyla, nehirlerle, çekilen acılarla, fısıldanan sırlarla, şakırdayan kılıçlarla, göğü, güneşi, suyuyla yeniden can bulmuş, sesine kavuşmuş. İlhamını harabelerin içinde gizlenmiş perilerden, cinlerden alan zaman dilmacı Seyit Oktay, bir şiir gibi, bir müzik eseri gibi seslerine ses olmuş, harabelerden bir evren oluşturarak mekanın kucağındaki zamanı azat etmiş. Değil mi ki şiir de müzik de, müzlerin yani peri ve cinlerin esiniyle oluşur. Bundan olsa gerek, eski Grekler müzelere ve harabelere “Perilerin ve Cinlerin Konağı” demişlerdir.
Hitit Kraliçesi Puduhepa’ya seslenen Sidurta’nın sözlerini okura yönelik bir çağrı, bir davet olarak son söz niyetine yazmak yerinde olur. Kitabı okumanızı ve bir çocuk veyahut Mecnun kulağıyla, yanından geçtiğiniz harabelere kulak vermenizi öneriyorum. Mekanın kucakladığı zamanın seslerini duyacağınıza eminim. Zira ben artık duyuyorum.
“Sözlerimizle anlattık Mitannileri, gözlerinizde canlandırmak istedik zaman içinde olup biteni, Hurri-Ariler olmasın tarihin silik bir gölgesi, ister sözde ister gözde veyahut taşta ve kilde ya da başka başlarda, sırlı levhalarda kalsın daima hafızalardan silinmez izleri, bunu başarabildiysek huzurunuzda, bu bizi mutlu eder makamınızda.” (Mitanniler, say. 289)
Leyla ATABAY
(Görülmüştür)