12’nci AB İnsan Hakları Kısa Film Yarışması’nda ‘Eve Dönüş’ filmi ile birincilik ödülü alan Vanlı Yönetmen Dilan Engin, sinema serüvenini ve filminin ortaya çıkış hikâyesini Serhat News’e anlattı.
Gerçeklerin, estetik kaygılarla birleşerek beyaz perdeye yansıması, Kürt sinemasında alışageldiğimiz bir konu aslında. Çoğunlukla yapılan filmler ve belgeseller, yaşanan toplumsal olayların bir sonraki kuşaklar tarafından unutulmaması adına kayıt altına alınıyor. Çekilen filmlerin birçoğu da yaşanan olaylardan geriye ne kaldığının cevabını arıyor ve bunların belleğimizde diri tutulmasını sağlıyor.
Yönetmen Dilan Engin’in 12’nci AB İnsan Hakları Kısa Film Yarışması’nda ödüle layık görülen, ‘Eve Dönüş’ filmini izlediğimde; onun da belleğimizde bazı şeyleri diri tutmamızı istediğini düşünüyorum ki o da öyle yapıyor.
Unutmamayı hatırlamak
Unutmamayı kendine ve bize hatırlatan Engin, 14 yıl önce İzmir’de sosyoloji okumak için Van’dan ayrılıyor. Sosyoloji 3’üncü sınıftayken geçerli birçok sebeple okulu bırakıp, Film Tasarımı-Yazarlık bölümüne başlıyor ve bitiyor. Hayata tutunmak için mücadeleler veren Engin, pandemi döneminde memleketine yani Van’a dönüyor ve burada yüksek lisans yaparken son filmini çekiyor. Kendinden söz ederken ve filmini çekerken ‘bellek’ ve ‘ev’ meselelerini temel alan Engin, kendisinin de söylediği gibi kendine yazdığı mektubu yüksek sesle okuyor.
‘Eve Dönüş’ filmi, 2007 yılında çalıştığı gazetenin önünde silahlı saldırıya uğrayan ve delik ayakkabısıyla aklımızda kalan Hrant Dink’i, 2009 yılında intihar ettiği iddia edilen ve ‘Çok acı var, dayanamıyorum’ notuyla aramızdan ayrılan Dicle Koğacıoğlu’nu, 2015-2016 yılları arasında tarih ayağından vurulmasın diye ensesinden vurulan Tahir Elçi’yi, günlerce cansız bedeni sokakta kalan ve çocuklarının cenazesi başında nöbet tuttuğu Taybet İnan’ı, yaralı bedeni zırhlı araca bağlanarak sürüklenen Hacı Lokman Birlik’i, babasının sırtındaki çuvalda giderek ağırlaşan 2 yaşındaki Muharrem Taş’ı, kızının ‘Anne, lütfen ölme’ feryadıyla kulaklarımızın sağır olduğu Emine Bulut’u, 18 yaşında istismar edilen ve yaşadıklarını bıraktığı mektupla duyurmaya çalışan İpek Er’i, sınırdan geçerken donan mültecileri unutmamamız için çekilmiş adeta.
Kendisini ve filminin serüveninin, nasıl ‘bellek’ ile birleştiğini ise yine en iyi Engin anlatıyor.
İnancın ardından gelen başarı
İsmini taradığımda elbette çeşitli bilgilere ulaşıyorum fakat yine de kendi tarifinle dinlemek istiyorum seni. Biraz kendinden ve sinema serüveninin nasıl başladığından söz edebilir misin? Bu yolu nasıl tercih ettin, ya da kendi doğalında gelişen bir süreç mi oldu?
Van’da doğdum biliyorsun, 17-18 yaşıma kadar Van’daydım. O sırada hem üniversiteye hazırlanıyordum hem de bazı sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak faaliyet yürütüyordum. Bu faaliyetlerin çoğu kendimi geliştirmemi sağlayan ve lösemili ya da sokakta çalışan çocukların sanatla buluşmasını hedefleyen çalışmalardı. Hep bir şekilde sanatla iç içeydim yani. Kendimi bildim bileli “yazmak” ile gerilimli bir ilişkim olmuştur. Yazmamın bana iyi geldiğini bildiğim halde aynı zamanda hızlıca uzaklaşmak istediğim bir alandı. Ailem dolayısıyla müzik ve sosyolojiye ilgim vardı. 2007’de Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okumak üzere İzmir’e gittim. Zorlu geçen 3-4 senenin sonunda Sosyoloji ile aramı düzeltememiştim. O sıralarda Ege Üniversitesi şiir topluluğundaydım ve muhteşem eleştirel metinler okuyorduk ve bol bol film izliyor, şiir yazıyordum.
Tesadüfen bir arkadaşımdan Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Film Tasarımı ve Yazarlık bölümü olduğunu öğrendim ve umutsuz bir şekilde sınavlarına girdim. Yetenek sınavlarıyla öğrenci alan bir bölümdü ve ben hiç hazırlanmamıştım. Beş-altı aşamalı sınavın sonunda sınavı birincilikle kazandığım açıklanınca büyük bir kırılma yaşandı hayatımda. Bildiğim ve hissettiğim onca şeyin bir ceza gibi değil bir değer olarak görüldüğü bir mecranın var olabileceğine dair bir inanç oluştu. Film Tasarımı ve Yazarlık bölümünü okurken bile hep bir arayış içerisindeydim, hâlâ öyleyim. “İşe yarar bir şey yapmak” ve “evrenin benimle ne kastettiğini bulmaya çalışmak” gibi bir yolu yürüyorum aslında. Benim yolculuğum sorduğum sorularla hep değişti. O yüzden yolum sinemayla anlattığım gibi biraz tesadüf biraz birikim dolayısıyla kesişti diyebilirim.
Son çektiğin ve ödüle layık görülen ‘Eve Dönüş’ filmine geçmeden önce, bu kadar uzun yıllar sonra Van’a döndüğünde neler hissettin, her şey bıraktığın gibi miydi? Yani aslında ne bekliyordun ve nelerle karşılaştın?
Bu soruya her seferinde başka başka cevaplar veriyorum. Çünkü sanırım bunu analiz edebilmem pek mümkün olmuyor. Üç seneye yakındır Van’dayım. Bir kısmı pandemiyle geçti. Henüz şehri tam anlamıyla gözlemleyebilmiş değilim. Hiçbir yer bıraktığımız gibi değil. Bu yüzden Van’dan da öyle bir şey beklemiyordum. Kendimi evde hissetmek gibi bir duyguya ihtiyacım vardı, o da sanırım şehirlerle tesis edebileceğimiz bir şey değil. Ev bir duygu ve biz yaşananlarla evden kovulmuş gibi hissediyoruz. En azından ben öyle hissediyorum. Bu İzmir’de de böyleydi, burada da böyle, ama burada ev duygusuna daha yakın hissediyorum kendimi.
‘Otuz dört yıllık hayatımın acı çetelesi’
Filmini deneysel bir çalışma olarak nitelendiriyorsun ve çoğunlukla unutmamak için hatırlamak fikri üzerinde duruyorsun. Filmde ise son birkaç yıl içerisinde yaşadığımız toplumsal hafızamıza kazınmış olaylar var. Öncelikle o olaylar yaşandığı dönemde sanırım İzmir’deydin. Neler hissettin?
Bu film aslında yapmayı, denemeyi istediğim bir projenin bir örneğiydi. Hem biçimsel hem de içerik olarak bir şey deniyorum. Kendime yazdığım bir mektubun bana ne hissettirdiğinin filmi “Eve Dönüş”. Filmde ismi geçen insanlar, 34 yıllık hayatımın acı çetelesiydi diyebilirim. Bir kısmını İzmir’de biriktirdim evet, ama yaşadığım çağdan duyduğum utancın bir kısmını görselleştirebildim sadece. Başkalarının acılarının beni nasıl çaresiz bıraktığını biliyorum. Bunun nasıl benim acıma dönüştüğünü gözlemleyebiliyorum. Yaşanan her türlü adaletsizliğin bizim dünya ile kurduğumuz ilişkiyi zedelediğini hissediyorum ve bendeki karşılığını yüksek sesle gergef işler gibi işledim.
Bellek konusu Kürt sinemasında ve “Kürtlerin konu edildiği” filmlerde sık sık karşımıza çıkıyor. Hem sanatsal hem de gerçeklik anlamında düşünürsek Eve Dönüş’ü, geçmişe değer kazandırmak mıdır yoksa kayıt altına almak mıdır?
Bana kalırsa unutturma politikalarına maruz kalan her kesim, bunun karşısında bir hatırlama kültürü yaratma refleksi gösteriyor. İyileşebilmek için yüzleşmek gerektiğini biliyoruz ve yüksek sesle bir tanıklık arıyoruz. Yaşanan her şey, her acı tanıklık istiyor. Ben yaşadığım çağa tanıklık ederken kişisel eleğimden geçirerek o şeyi sanatsal bir üretime döküyorum. Kendi tanıklığımı sunuyorum. Bu, içinde politika da barındırabilir, öfke de sevgi de… Ve öyle umuyorum ki benim tanıklığım işe yarar bir şey olsun. Ben, sinemanın hem içerik hem de biçim itibariyle bellekle ilişkili olduğunu biliyorum. Adil bir yüzleşme sağlanana kadar hikâyelerimiz bunların etrafında dönecek. Bir travma gibi aslında, çözülene kadar benzer döngüleri tekrar edeceğiz.
Daha önce ki ‘Prenses Model’ adlı çalışman ve ‘Eve Dönüş’ de işlediğin şeyler aslında hayatında ki değişimlerle paralel ilerliyor. Bu durumda en büyük motivasyon kaynağının kendi değişimin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bir şekilde kendi gözümü kendi eleğimden geçiriyorum. Dünyaya sorduğum soruları kendimle cevaplamaya çalışıyorum. Bu da kişisel bir yolculuk hissi veriyor sanırım. Bunları büyük büyük cümlelerle açıklamak istemem, ama sanırım şimdilik böyle bir seyir izliyor.
‘Eve Dönüş’ü Van’da çekmenin arkasında bir aidiyet duygusundan mı söz etmek gerekiyor yoksa toplumsal hafızaya merkezi bir yerden bakmak anlamını mı taşıyor?
Her ikisi de.
Tahir Elçi’nin anısına…
Son süreçte birçok festivalde ‘Eve Dönüş’ finalistti ve son olarak aldığı ödülle de ayağı çok daha sağlam yere basıyor. Azımsanamayacak düzeyde hak ihlalinin yaşandığı bir bölgede ‘İnsan Hakları’ başlıklı bir ödül almak sana neler hissettirdi?
Jüri üyesi Özlem Yıldız, ödülü verirken Tahir Elçi anısına takdim etti. O ana kadar ödül alacağımdan haberim de yoktu. Gözlerim dolu dolu kürsüye yürüdüğümde fark ettim, benim mektubum başkalarının kapılarına gitmiş ve okunmuş… Bir şekilde benim yaşadığım şeye tanıklık edilmiş oldu. Ödül konuşmasında nedense aklıma Rakel Dink’in “Sevdiklerinin yanından onlara allahaısmarladık diyerek gitmek ne kadar değerli,” sözü geldi, bu söze çok ağlamıştım. Orada söylediğim gibi borçlu hissediyorum.
Son olarak hazırlık yaptığın ya da üzerine çalıştığın bir çalışman olup olmadığını sorarak sözü sana bırakmak istiyorum…
Birçok şey var aslında. Önce kitap çalışması olarak tasarladığım bir hikâye var, sonrasında senaryosunu yazmayı planlıyorum. Dicle Koğacıoğlu anısına…
Serhat News