1840-1902 yılları arasında yaşamış aydınlıkçı, entelektüel Emile Zola’nın ‘Gerçek’ adlı romanı 1800’lü yıllarda Fransa’da gerçekleşen Dreyfus davasından esinlenerek yazılmış. Romanda yobazlar ve laikler çatışması bir cinayet üzerinden işlenmiş. O dönemde dinci, gerici kilisesinin son kalesi olan bir Fransız kentinde toplum bir cinayet üzerinden ayrışmış. Cinayeti işlediği iddia edilen kişi laik, demokrat bir öğretmen. Suçu üzerine atanlar ise papaz okulundan bir papaz ve kilise çevresi. Toplumu ‘din insanları kutsaldır’ üzerinden ikiye ayıran romanda ‘oysa din kutsaldır’ vurgusunu yapıyor yazar. Naturalist Emile Zola Gerçek kitabında tüm olayları olduğu gibi okuyucuya veriyor. Kitapta verilen tüm bedellere rağmen gerçek en son yerini buluyor. Zaten Fransa kanlı tarihinden ders alarak kendi toplumunda önemli bir değişim yaratıyor. Diğer Avrupa ülkelerine göre daha kapalı bir ülke ancak demokrasiyi çabuk örmüş eskiden kalma katı değerler ile hala savaş içindedir.
Tarih boyunca dogmatik uygulamalar; hukuk, vicdan, insan hakları gibi konuların evrenselliği üzerinde baskı kurmuştur. İnsanlar okumuyor, araştırmıyor. Dini değerleri de içselleştirmiş değil. Emile Zola Gerçek kitabında da bunları kendi kendisi ile tartışırken insanların okumaktan korktuklarını çünkü okurlarsa şimdiye kadar öğrendiklerinin alt üst olacağından, eski öğretilerin yerle bir olacağından bahsediyor. Bizim toplumun çoğunluğu da özellikle kadın, ahlak, namus, insan hakları, militarizm konularında öğrendiği hap bilgilerle yaşamlarını idame ediyor. Bunun örneğini son olarak Van Beşyol’da meydana gelen iki kişinin katledildiği korkunç cinayette gördük.
Van Kadın Platformu bu konuda önemli bir açıklama yaptı. Platform bileşeni kurumlar cinayetin yargı sürecinde olacaklarını da beyan ettiler. Kadınlardan oluşan kurumlar dışında bu konuda tek bir açıklama göremedik. Kentte bir cinayet oluyor. Bu konuda ne bir oda, ne bir sivil toplum örgütü ne de kamu kurumlarından bir açıklama gelmiyor. Katliamın kınanmaması bile toplumda bunu önlemekle sorumlu kurumların ne kadar sorumsuz olduğunun göstergesidir. Bir kurumdan birkaç kişi bile çıkıp ‘kimse öldürülmeyi hak etmez’ demedi. Cuma vaazlarında ‘bu hafta kentimizde olan cinayeti kınıyoruz, yapmayın, öldürmek dinimizde yoktur’ dense bile etkili olur. Ama yok. Her konuda konuşan din alimleri kadınlar öldürüldüğünde sus pus. Van Kadın Platformu ‘Evlerimizdeki şiddet sarmalı sokaklara, iş yerlerine, karakollara, cezaevlerine, kışlalara, okullara hızla yayılıyor.’ demiş. Çok haklı bir söylem bu.Ülkenin neresine baksak; ekonomik, psikolojik, fiziksel, duygusal, dijital şiddet her yerde. Yoksulluk, haksızlık her yeri sarmış durumda. Failleri bu sessizlik koruyor. Failleri cezasızlık koruyor. Failleri iyi hal indirimleri koruyor.
Mağdurlar öğrenilmiş çaresizliğin dini karşılığı olan ilahi adalet beklentisi ile donatılmış durumda. Yaşarken haksızlığa uğrayanlar ilahi adaletten medet umuyor. Yargı mekanizmalarına ulaşmak yerine herkes kendi yargı mekanizmasını kurmuş. Yaşanan bu cinayette de gerçeği öğrenmeden toplumun zihninde bir yargı oluşuyor hemen. ‘Kadın öldürülmüş ise hak etmiştir.’ ‘Öldürülen adam da çok iyi biriymiş ama kadını bilemiyoruz.’ ‘Kadının ne işi vardı adamla?’ diye sosyal medyada yazanlar oldu. Öldürülen kadının ardından hakaret edenler, kesin yargıda bulunanlar oldu. Cinayetin olduğu günler kentte konuşulanlar aileleri çok yıpratmıştır. Çünkü gerçeğin bu konuşulanlarla alakası yok. Toplum olan olayın aslını bilmeden ölenlerin geride kalanlarını da cezalandırıyor. Tıpkı 1800’lü yıllarda Fransa’da olduğu gibi. Emile Zola’nın Gerçek romanında anlattığı gibi. Öldürülen kadının ve erkeğin ardında kalan çocuklarını, ailesini de mi düşünmezsiniz? Öldüren katil kocanın din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni olması zihinlerde bir sorgulama sürecini yaratması gerekiyordu. Bir insan hele bir de bir din insanı nasıl öldürebilir? Nasıl birilerini öldürmeyi planlayabilir? sorusunu bile sordurmuyor bu basma kalıp düşünceler. Oysa namussuzluk/onursuzluk iftira atmaktır, yaşam hakkına son vermektir, bir insanın bedensel bütünlüğüne zarar vermektir. Aynı cinayet 1800’lü yılların Fransa’sında bizde olduğu gibi toplumu ayrıştırmış ama aynı şey bu çağda olmaz. Yaşadıklarından ders alan, öğrenen, gelişen bir toplum seviyesine neden gelemiyoruz? Bu bağnazlık ne zaman bitecek? Bu kesim hüküm vermemize sebep olan kurgu kavramları ne zaman sorgulamaya başlayacağız? Gerçeğin, sadece gerçeğin peşinden ne zaman gitmeye başlayacağız?