‘’ Deprem olduktan sonra kilometrelerce uzaklıktaki Konya’dan geldim ve yakınlarımı enkazdan kendi ellerimle çıkardım. Kar dolu ve tıkalı yollara rağmen ben buraya vardıysam yetkililer neden ulaşmadı enkaza? ‘’ Bu sözler Adıyaman’daki Yenice aile apartmanında 13 yakınını kaybeden bir depremzedeye ait.
6 Şubat 2023’te merkez üssü Kahramanmaraş‘ın Pazarcık ilçesi olan 7,9 büyüklüğündeki depremden 9 saat sonra bu kez Elbistan ilçesinde 7,6 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmişti. Depremler 10 ilde binlerce can kaybına, on binlerce yaralanmaya ve milyarlarca liralık maddi hasara neden oldu.
‘’ Neden kimse yok, yetkililer nerede? Kızımın sesini duydum, donarak ölecek.’’ Bu sözler de Malatya’daki Haydarbey Apartmanı enkazında bekleyen bir anneye ait. Depremin ikinci günü vardığımız Malatya’nın zifiri karanlığını, enkaz kenarlarında yakınlarını bekleyen ailelerin yaktığı odun ateşi aydınlatıyor. Dondurucu soğukta öbek öbek oturan insanlar ağlıyor, ağıt yakıyor, ama soğuğun ve acının kuruttuğu gözlerini enkaza dikmekten vazgeçmiyor.
Her şeyin iç içe girdiği, renksizleştiği bir kıyamet dilimi
Kentte her yer kapalı. Siren sesleri, havaya karışan toz bulutları, ekiplerin ve iş makinalarının sesi… Her şeyin renksizleştiği, iç içe geçtiği bir kıyamet dilimini andırıyor. Arama kurtarma çalışmaları sırasında duyulan ‘’sessizliiiik’’ sözcüğü tüm kalabalığı bir bıçak gibi kesiyor. Sonra bu sözcüğün sihirli olduğunu ve zamanı durdurabildiğini düşünmeye başlıyorsun.
Kent merkezinde gönüllülerin ve enkazdakilerin yakınlarının çabasıyla yürütülen kurtarma çalışmalarına yer yer profesyonel ekipler katılmaya başlıyor. Çevre illerden özellikle Elâzığ ve Dersim’den önemli sayıda gönüllü gelmişti ancak çalışmaları koordine edecek bir yapı veya aramaları etkili kılacak ekipman ve deneyim yoksunluğu olunca gösterilen çabalar, sağ kurtarılanların sayısına tam anlamda yansımıyordu. Bir arama kurtarma gönüllüsünün “iki jeneratör olsaydı, birkaç can daha kurtarabilirdik,” cümlesi tam da bu durumu özetliyordu.
Aynı koordinasyon sorunu gelen yardımlarda da vardı. Kent içine sıkışan yardımlar, birkaç km uzaklıktaki kenar mahallelere ulaştırılmıyordu. Mahallelerdeki yurttaşlar, naylon ve tahta parçalarıyla barakalar kurmuş ve yaktıkları ateş ile soğuğa karşı mücadele etmeye çalışıyordu.
Adıyaman’da kimsesizlik duygusu çökmüştü
Enkaz altındakiler de soğuğa karşı mücadele ediyordu. Deprem kentlerindeki yurttaşlar ve gönüllüler, birçok insanın enkaz altında donarak hayatını kaybettiği bilgisini veriyordu. Neredeyse tüm kentlerde arama kurtarma çalışmaları geç başlamıştı ancak insanlar kendi imkânlarıyla enkaz altından yakınlarını çıkarmak için mücadele veriyordu.
Malatya’dan sonra vardığımız Adıyaman’da felaketin fotoğrafı daha baskındı. İnsanların üzerine çöken daha ağır bir duygu vardı: Kimsesizlik… Kentin yıkılmayan veya hasar almayan çok az binası kalmıştı. Kentin kalbi olan Atatürk Bulvarı’nda sağlı sollu yıkılan binalar bir distopyayı andırıyordu. Yol kenarında bekletilen cansız bedenler, evsiz kalmış insanlar ve bir can daha kurtarmanın telaşını taşıyanlar…
Göçmenler daha büyük korku yaşıyordu
Biraz ilerlediğimizde kaldırımda kurulmuş derme çatma bir barınağın önünde ateş yakarak bekleyen kalabalık bir aile görüp yanlarına gidiyoruz. Aralarında engelli ve çocukların da olduğu bu aile Suriye’den 8 yıl önce gelmiş Ramadan ailesiydi. Aileden Abdullah’ın ‘’8 yıl önce evimizi savaşta kaybettik, çok acı çektik bir ev daha kurduk onu da deprem yıktı’’ sözleri yaşanan felaketin göçmenler üzerindeki katmerli yıkıcılığını anlatıyordu.
Göçmenler daha büyük bir korku taşıyordu. Önemli bir göçmen nüfusunun yaşadığı kentlerde etkili olan depremin ilerleyen günlerinde ana akım medyada, göçmenlerin yağma olaylarına katıldığı şeklindeki haberler onlara dönük bir ‘cadı avına’ evrilebilirdi. Bu durum, deprem yaşamış göçmenleri belki de depremden daha çok ürkütüyordu. Daha da fazlası, yabancı olan herkese yağmacı gözüyle bakılmaya başlanmıştı ilk günlerin o kaos dolu atmosferinde.
Gündüz vakti, hava açık. Kent merkezinden kenar mahallelere doğru uzanıyoruz. Oralarda da yıkım fazla ancak arama kurtarma çalışmaları çok az yerde başlamış. Ekip sayısı yeterli değil, iş makinası az ve bazı ekipmanlar hiç yok. Hatta bazı yurttaşlar, arama kurtarma çalışmalarını başlatmak için iş makinası kiraladığı bilgisini veriyordu. Evet, ilk birkaç gün kaderine terk edilen insanlar kendi çabasıyla çırpınıyordu.
Hayvanlar da felaketin yıkıcılığını yaşadı
Mahallelerde gezinirken kuşların daha uzağa konduğunu gördük. Köpekler kaçışıyor, kediler gönüllülerin verdiği yiyeceklere hiç yaklaşmıyordu. Deprem bölgesinde enkaz altında kaç hayvan öldü bilinmiyor, ama kurtulanlar en az insanlar kadar depremin tüm yıkıcılığını yaşamışlardı.
Adıyaman’daki ikinci gün yani depremin 5’inci günü kentin mezarlıklarından görüntüler düşmeye başlamıştı sosyal medyaya. Sabahın ilk ışıklarıyla gittiğimiz Karapınar Mezarlığı’nda sıra sıra açılmış çukurlar vardı. Kepçe operatörünün gözlerindeki yorgunluk, gece boyunca çalıştığını gösteriyordu. Çukurları önceden açmıştı ve cansız bedenler geldikçe üstünü ıslak toprakla kapatıyordu. Ambulanslar, morg araçlarından çok özel araçlarla getiriliyordu cenazeler. Ve sirkülasyon oldukça fazlaydı. İnsanlar, kent merkezinden ve köylerden kendi imkânlarıyla getirdikleri cenazeleri, dini vecibeleri gerçekleştirmeden buraya defnediyordu. Mezarlıkta bekleyenler, gelen her cenaze için ağlamaya başlıyor ve tanımadıkları için de ağıtlar yakıyordu. Dakikalar ilerliyordu, zemini ıslak o mezarlıktan yükselen ağıtların sesi göğe değecek gibiydi.
Ölmüş de olsa yakınımı enkazdan alayım telaşı
Köylerden veya kent dışından gelenler kendi kayıplarının izini sürüyordu ve enkaz başından bir kez olsun ayrılmıyordu. Yakınlarının canlı kurtulacağı umudu hiç dinmiyordu, hayatını kaybedenler onlar için sadece bir ‘sayı’ değildi asla. Bekliyorlardı, onlardan gelecek bir haber, enkazdan çıkan onlara ait bir eşya… Zümrüt Apartmanı önünde oturmuş bir depremzede, önce elindeki çerçevesi kırılmış fotoğrafa bakıyordu, ardından gözlerini enkaza doğru sürüyordu. O fotoğraftakilerin enkazın altında olduğunu anlatıyordu her şey. Enkaz altındaki yakınlarının cesedini çıkarıp kendi elleriyle gömmek istenci doğuvermişti bir süre sonra. Çünkü hastaneler koridorlara kadar cesetlerle dolmuştu ve cenazelerine kavuşmak, onlar için her geçen an daha önemli bir amaca dönüşüyordu. Herkes ölüsünü bir bütün olarak görmek istiyordu.
Biraz ilerde bir ceset torbasının başında bekleyen 17 yaşlarında bir genç kadın görüyoruz. Torbadaki babası, iki kardeşi ve annesi de önceki günlerde ölü olarak çıkarılmış. Bakışları donmuş, ruhu çekilmiş gibiydi. Yakınına gidip selam verdiğimizde acıdan ağırlaşan göz kapaklarını hafifçe kaldırıp baktı sonra ‘babam’ dedi. Bir cümle daha kuracak takati yokmuş gibiydi.
Ölüler herkesin, yalnız kalındığında yas tutulacak
Hüzün ve ürküntü o insanların yüzlerinden zamana sızıyordu ve belli ki ebediyen kalacak bir işaret bırakacaktı. Öyle ki Adıyamanlı bir gencin “Abe, asıl bu yardımlar kesilince ne yapacağız’’ cümlesi insanlar döndükten sonra kocaman yalnızlıkların başlayacağını salık veriyordu, yaslarını asıl o zaman tutmaya başlayacaklarmış gibi. Şu an herkes ölmüş gibi ya da ölenler herkesinmiş gibiydi çünkü. Yalnızlık perdesi indiğinde yaslar kişiselleşecekti .
Kentte günler ilerliyor, acının tonu ağırlaşıyor. Su yok, tuvalet yok, elektrik yok. Konuştuğumuz sağlık uzmanları salgın riskine dikkat çekiyor. Yardım için gelen gıda malzemeleri yerlerde. Ambulanslar yarışıyor, cesetler taşınıyor, kamyonlar hafriyat taşıyor, yeni gelen iş makinaları ağır ağır şehre giriyor. Bir savaş sonrası resmi çizilmiş gibi.
Devlet nerede? İlgili kurumlar nerede? Siyasiler nerede?
Beşinci gün ailesini enkaz altında kaybeden genç, valiliğin karşısındaki bir vince çıkmış ve “Devlet neredeydi?” diyerek intihara kalkışmıştı. Evet, devlet nerede? İlgili kurumlar nerede? Siyasiler nerede? herkesin dudaklarından dökülen, cevabı kendini gizleyen bu soruları Adıyaman’dan sonra gittiğimiz Besni ve Gölbaşı’nda da işitiyorduk.
Besni ilçesi de ilgisizlikten kırılıyordu. Gölbaşı ilçesini ise ilçenin içinden geçen fay hattı kırmış ve ikiye bölmüştü adeta. Fatih ve Cumhuriyet ilçelerinden geçen hat, geçtiği tüm yapıları canavar gibi yutmuştu.
Ardından yaşanan depremlerin merkez üsleri olan Maraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçeleri. Yollar yarılmış, çatlamış ve yer yer derin çukurlar oluşmuştu. Pazarcık ilçesinde de yıkım büyüktü. Maraş Parkı ve ilçe stadyumunda kurulan çadır kentlere sığınan depremzedeler yaralarını sarmaya çalışıyordu. Farklı kentlerden gelen gönüllüler hem yardımları dağıtıyor hem de depremzedelere sıcak yemek veriyordu. Bin kişinin kaldığı Maraş Parkı çadırında sadece 12 tuvaletin olması göze çarpıyordu. İlçede elektrik ve su şebekelerinin onarımı için de yoğun bir çaba vardı.
Elbistan’da yurtsuzluğun faturası daha ağır
Aşırı soğuklarla mücadele veren Elbistan ilçesi sakinleri için yıkımın ve yurtsuzluğun faturası oldukça ağırdı. Etrafı dağlarla çevrili bir ovada kurulan ilçede gece soğukları -20 dereceyi buluyordu. Bu yüzden araba veya çadırda kalmak diğer yerlerin aksine burada çözüm değildi. Karlı zeminde kurulan çadırlarda hayata tutunmaya çalışan Elbistanlılar için ilçede çatısız yaşama şartları oldukça imkânsız. Öyle ki kentte olağanüstü bir göç dalgası hakimdi. İlçe otogarındaki yoğunluk bunu gösteriyordu ve son 3 günde 10.500 kişi sadece buradan gönderilmişti. Cemevi ve HDP’nin de bu yönlü çalışmaları vardı. Kendi imkânları ile gidenleri de düşündüğümüzde kentin hayalet kasabaya dönüşmeye başladığını söylemek mümkün.
Kenti terk etmek istemeyen ilçe halkı, sarsıntılar devam etmesine rağmen risk alarak hasarlı evlerde kalıyor. Birkaç aile bir araya gelerek müstakil evlerin dışarıya açılan odalarında sabahlıyor. Konuştuğumuz ilçe sakinleri nöbetleşe olarak uyuduklarını ve ayakkabılarını hiç çıkarmadıklarını söylüyor. O evlerden birinde kalan bir Elbistanlının sözleri, felaketin yıkıcılığını ve buna rağmen sıkıca sarılan toprak bağını özetliyordu. Şöyle diyordu: “İlçemiz yerle bir oldu, çadırlar kalınacak gibi değil. Riski göze alıp evlerde kalıyoruz. Başka çaremiz yok, memleketimizi terk etmek de istemiyoruz.’’
Cemevi: Yuvası yıkılan hasta ve yaşlı depremzedeler için yeni bir yuva
İlçenin yerle bir olan caddelerini geziyoruz. Yıkımın olduğu bölgelerde üzerinde kar örtüsü tahrip olmamış binalar çoğunluktaydı. İlçe sakinleri, bu tarz binaların henüz bir çalışma yapılmadığı anlamına geldiğini dile getiriyor. Oradan Cumhuriyet Mahallesi’ndeki Cemevi’ne geçiyoruz. Bodrum katında HDP’nin yardım koordinasyonu vardı ve üst katlarda ise evsiz ve kimsesiz kalan yaşlı ve hastaların barındığı odalar vardı. Cemevi, evleri yıkılan bu insanlar için yeni bir yuva olmuştu.
Elbistan’dan ayrılıp Maraş’a doğru gidiyoruz. Kent merkezine varmadan merkeze bağlı birkaç köye uğruyoruz. Alevi olan bu köylerden biri olan Küpelikız Köyü’ndeki 100 evden sadece 4’ü ayakta kalmış. Aradan geçen günlere rağmen herhangi müdahalenin yapılmadığı köyün Avrupa’da yaşayan sakinleri akrabalarına hızlı bir şekilde yardım yetiştirmiş.
Maraş: Bir moloz tarlası
Köyün içinde gezindiğimizde genizleri yakan bir koku yayılıyordu etrafa. Köylülere sorduğumuzda, yüzlerce hayvanın öldüğünü ve enkaz altında kaldığı bilgisini veriyorlardı. Hatta bu kokuların bulaşıcı hastalıklara neden olacağından korkuyor ve hızlı bir şekilde enkazların kaldırılmasını istiyorlardı. Biraz daha ilerlerken kalabalığın dışında duran engelli bir bireyi görüyoruz. Yakınlarından, yürüme engelli Musa Orum’un tekerlekli sandalyesinin enkazda kaldığını öğreniyoruz.
Oradan ayrılıp Maraş kent merkezine giriyoruz. Arama kurtarma çalışmaları çoğu yerde yerini enkaz kaldırma çalışmalarına bırakmış. Kent sakin görünüyor. Kent dediğime bakmayın Maraş artık bir moloz tarlası. Yaşamları, umutları boğan bir demir ve beton örtüsü…
Serhat News